Kimi konuları yeni baştan düşünmek için baştan aşağıya bir hayat muhasebesi yapmak gerekir. Vicdani ret benim açımdan işte böyle bir netameli bir konu anlamına geliyor. Çocukluğum taşrada, bir Doğu Anadolu kasabasında geçti. Kahramanlık söylenceleri, hakkı ve adaleti gerçekleştirmek üzere yapılan savaşların her halükarda mazlumu haklı çıkartan tasvirleri hayal dünyamda geniş bir yer tutacak kadar yaygındı. Masallardan, hikayelerden, sinema filmlerinden ve yaşlıların hatıralarından akardı, mazlumiyet zeminiyle uzlaşamayan kahramanın zorba düşman karşısındaki direnişinin en başından belli olan zaferine özgü sahneler. Düşmanlar ya Rum olurdu ya Rus. Bulgar’a da Ömer Seyfettin hikayelerinden kaynaklanan sebeplerle de öyle iyi gözle bakılmazdı. Ermeni zaten kötü tohumdu. Ermeni aynı zamanda terk edilmiş evlerin ve köylerin becerikli, maharet sahibi mimarı, duvar ustasıydı.

Yaşadığım iklimin etkisiyle olabilir, kurtarıcı hikayelerine bir düşkünlüğüm vardı. Çünkü millet olarak yüce gönüllü ve derinlerde de olsa güçlüydük, dört kıtada at koşturan bir ırkın ahfadıydık; öte yandan dünya kurtarılmayı bekleyen çok fazla esir, tutsak ve mazlum insanla doluydu.

Bu konudaki düşüncelerimin akışında meydana gelen değişmelerin karmaşık tarihini burada aktarmam çok güç. Pek ayrıntılara dalmamam gerek. Askerin temizliğine, paklığına o denli inanırdım ki lise yıllarında Haydarpaşa Hastanesi’ne giderken köprünün üzerinde karşılaştığım bir askerin dudaklarından yükselen bayağı sözler yüzünden sersemlemiş, utanmış, şaşırmış vaziyette ulaşmıştım hastaneye. “Aç aç” gecelerini de 2000’e Doğru dergisinin bir haberiyle öğrenmiştim ilk kez ve orduya atfedilen “Muhammed Ocağı” nitelemesini hatırlayarak, bir yabancılık ve dehşet hissiyle sarsılmıştım.
Asker ocağının dini anlamda kutsallığına dönük bir sorgulamam söz konusu değilken bile, çok erken yaşta  kışlaların yüksek duvarlarının arkasında verilen eğitimin hedefleriyle ilgili kuşkulara kapıldığımı belirtmeliyim. Bu kuşkuları besleyen sebepler, sıradan erin değil de subayın toplumdan yalıtılmışlığına ilişkin göstergelerdir çoğu zaman. Mesafe duyurtan söylemler ve fotoğraflar, halkevi etkinliklerinde siyah çarşafını çıkartarak özgürleşen medeniyet meleklerinin yaydığı imgelerle bütünleşiyor. Diğer örnekleri saymam sözü çoğaltmak olacak: 12 Eylül’den sonra solcu arkadaşıma evindeki illegal dergileri ortadan kaldırmak için yardım etmiştim. Dergileri sobada yaktık, parçalayarak mahalledeki çöp kutularına dağıttık, vesaire. İlk Hikaye kitabımın isminin “Üç İhtilal Çocuğu” olmasına yol açan, darbe iklimlerine özgü daralmalardan payıma yeteri kadar düşmüştür.  Üniversite son sınıfta başımı örttükten sonra içine dahil olduğum, akademik kariyer planlarımın önünü alan başörtüsü yasakları bir bakıma askeri darbenin amaçladığı muntazam tek tip ve itaatkâr toplum yapısının bir gereği olarak ileri sürülüyordu.

İslam’ı yeni baştan öğrenmeye yöneldiğim yıllarda gerek Afganistan’ın işgali, gerekse de Filistin’in esareti gibi sebeplerle cihat söylemlerine yakınlık duydum. Söz konusu olan işgal edilen ve yerlilerinin mülteci konumuna savrulduğu toprakların savunusu, yani bir bakıma adaleti gerçekleştirme amacını gözeten, bir hakkın iadesine ilişkin bir savaşımdı ne de olsa. İslami cihadın silahla ilişkisi etrafındaki tartışmaların ucu bucağı yok. Seyyid Hüseyin Nasr Modern Dünyada Geleneksel İslam başlığını taşıyan kitabında, İslam adına militanlığa soyunan çatık yüzlü ve kadınlık letafetini yitirmiş kadınlardan rahatsızlığını dile getirmişti. Onun bu konudaki düşüncelerini paylaşmam imkânsız, hâlâ çok zorda kalmadıkça eline silah alamayacağını bilen biri olduğum halde. Kendi canınız bir kenara, korumakla mükellef olduğunuz yaşlı, hasta ve çocukların, zulme uğramış mazlum ve mustazaf insanların haklarını koruma mücadelesi sırasında sürecin size neleri dayatacağını bilemezsiniz.

İçselleştirdiğimiz değerler ve aldığımız eğitimde başkasını kendinden daha fazla düşünmenin, öncelemenin önemi tartışılmazdı. Korumak, kollamak, hakkını gözetmek, hakkaniyetli olmak... Geçen yıllar içinde ise düsturum, “İslam’ı o kadar güzel yaşa ki seni öldürmeye gelen sende dirilsin” şeklindeki Sezai Karakoç cümlesi oldu.

Şüpheler, tartışmalar, mesafe duygusu... Kırılma noktası sanırım PKK ‘ya karşı verilen mücadelenin, süregelen düşük yoğunluklu savaşın eksik etmediği cenaze sahneleridir. Orada komşumuzun oğlu hayatını yitiriyor, ama komşumuzun kızı orduevi törenlerine alınmıyor.  Tersine komşumuzun kızı ordu mensupları tarafından salt başörtüsüyle tahsil görmek istediği için suçlamalara maruz kalıyor, dışlanıyor, ola ki bazen zorunlu kabullerde küçük bir eşarbı tavşan kulağı şeklinde bağlamaya çağrılıyor.

Öte taraftan kardeş, kardeşin kanını akıtıyor; tüketen, nefret üreten bir kısır döngüde. Cenazelerde gözyaşı döken anneler aynı toplumsal kesimlerden, genellikle böyle. Terörle savaş terör batağını kurutmuyor, genişletiyor, derinleştiriyor. Çözüme kapalı olmaktan ileri gelen bir savaşa evladını göndermeye mecbur kalmayı hiçbir anne o kadar kolay içine sindiremez.

Bu konu üzerinde düşünüyorum. Bir savaş çıkıyor ve erkekler cephelere gidiyorlar. Kadın askerler hala bir istisna; savaş meydanlarında erkekler ölüyor, sakat kalıyorlar. Evlerine dönüyor ya da dönemiyorlar. Bazen senelerce esir tutuluyor, bazen de hiç bir açıklaması olmaksızın ortadan kayboluyorlar. Hain, korkak, suçlu olarak damgalanıyor, kahraman olarak ödüllendiriliyorlar. İnsanlık tarihinin ‘erkekegemen’ boyutunu destekleyen, köle-efendi ilişkisinde de belirleyici olan etken, ölümü göze almayı gerektiren savaşlar:  Savaşta ölmeyi hatta öldürmeyi göze aldığınız için, barışta öncelikli söz hakkına sahip olabiliyorsunuz. Söz hakkınızı-iktidarınızı korumak için de savaşı çağırıyorsunuz. Bunları söylerken kadınların daha barışçıl olduğunu söylemeye getirmiyorum. Savaşı çağıran, savaş mantığı üzerinden bir anlam kurgulayan kültür tabiatları da çarpıtıyor. Böyleyken, canlarından can kopan kadınların, anne olmaları da şart olmadan, doğum sancılarına kulakları daha açık olmaları hasebiyle barışa götüren çözümü sürekli daha fazla kan akmasına bağlayan politikaları sorgulaması beklenir.

Her insanın savaşmaya gönüllü olamayacağı, eline tutuşturulan silahı o kadar da kolayca hedefe yöneltemeyeceği bir vakıa; hele ki düşük yoğunluklu bir savaş zemininden konuşurken. Bu nedenle de erkek evlat yerine de iki kız çocuğu annesi olduğum  için şanslı olduğumu, erkek çocuğum olsaydı rahat gönülle askere gönderemeyeceğimi düşünüyor; böylelikle erkekegemen dile ve kültüre dönük eleştirilerimi yeniden ele alma gereği duyuyorum. Bu konudaki düşünce ve duygularımın çelişkiden arınmış olduğunu hiç söyleyemem. Bir erkeğin mesela evlilik sorumluluğunu idrak edebilmesi için  askerlik eğitiminden geçmiş olması gündelik konuşmalar sırasında olumlu bir etken gibi geliyor. O erkeğin askerlik eğitimi sırasında aldığı yaraları göz ardı etmiş oluyorum böylelikle. Hayat karşısında ısırganla dağlanmanın,  aşağılayıcı sözlerle hizaya çekilmenin, mantıksız istekleri yerine getirerek nefsini eğitmenin dışında, insan haysiyetine saygıyla hazırlanmış eğitim yolları hiç mi bulunamaz, askerlik alanında…