Jane Austen, Aşk ve Gurur başta olmak üzere, 'İngiliz olmak' konusundaki intibalarımızı belirleyen birçok önemli romanın yazarıdır.

Romanlarından yapılan film uyarlamaları ise bu kitaplar taşranın burjuva yaşamına adım atmaya duyduğu özlem, duygu ve mantık arasında gidip gelen kızlar, onları soylu ve zengin adamlarla evlendirmeye çalışan gayretkeş analar hakkında yazılmış izlenimi verir. 'Neden zengin bir koca? Neden bu kadar çok acı?' sorusu fena halde muallakta kalır, insan duygusallık oranı bu kadar yüksek insanların, nasıl bu kadar 'maddiyatçı' olabildiğini anlamakta güçlük çeker.

Düşük beklenti düzeyi ile gittiğim ve Austen'in ancak sekizde birini aydınlatabildiğini düşündüğüm Becoming Jane'in politik fonu, Austen uyarlamalarının çoğundan daha iyi. Yazarın mutlu sonlara yönelme eğilimini açıklayacak denli çok detay var filmde. Batı Hint adalarında ölen damat adayları ile inceden bir kolonyalizm yergisi, Fransız kontesin bir maymuncuk gibi her türden 'sınıfsal' engeli açabiliyor olması, 'kamulaştırma' kavramının yarattığı korku vs. gibi detaylar nedeniyle, umduğundan fazlasını bulmuş insan duygusallığına kapılmış da olabilirim.

Jane'in hikâyesi, yazı masasında başlıyor; bir kadının yazı yazmasının az çok hastalık sayıldığı bir yüzyıldayız. Aile, Mr. Wisley gibi zengin ve soylu birinin Jane ile ilgilenmesine, talihin yüzlerine gülmesi olarak bakıyor. Yani Jane'in eline bakıyor aile. Fakat Jane'in elleri kalemden başkasını görmüyor. Derken uzak bir akraba, dayısı tarafından okutulup adam edilmeye çalışılan genç hukuk öğrencisi Mr. Lefroy giriyor Jane'in hayatına. Beş parasız olmakla beraber istikbal vadeden biri. Jane'i, tutku ve arzunun kaynağını keşfetmeden yazar olamayacağını söyleyerek aşağılıyor başlarda. Oysa kendisi de, içinde adalet olmayan bir 'hukuk düzeni' için çalışıyor ve bunun da farkında.

Lefroy'un bulunduğu mahkeme sekanslarında 'halk', küçük şeyler çaldığı için dizi dizi ipe gönderilmekte. Başyargıç olup kalemi kıran da kariyerini sürdürebilmek ve geçinebilmek için dırdırını çekmek zorunda olduğu dayısından başkası değil. 'Hukukun amacı özel mülkiyeti korumaktır' diyor yargıç dayı: 'Özel mülkiyeti ayak takımından korumalıyız ki düzen korunsun, devam etsin.' Bu cümleler 18. yy. İngiltere'sinde ve hatta devam eden iki yüzyıl boyunca çok açık biçimde diğer toplumsal dinamiklere de uygulanıyor. Sözgelimi evliliğin de amacı özel mülkiyeti korumaktır 18. yy. İngiltere'sinde. Bir 'mülkiyet' evrenine dahil olabilmenin tek yoludur hatta. Jane Austen romanlarındaki kızların neden ille de zengin koca bulmak zorunda oldukları, iyi bir aile kızının fakir bir gence tutulmuş olmasının neden o kadar büyük bir facia olduğu, Mr. Lefroy'un habis dayısı tarafından fotoğraflanıveriyor tek saniyede. Bu şartlar altında âşık olmanın nasıl 'devrimci' bir nitelik taşıdığını, ne çok meydan okuma içerdiğini tahmin edebilirsiniz.

Becoming Jane, genç Austen'in, 'zengin ve soylu bir erkek ile evlenme' dayatmasına direnmiş olmasını, fona yerleştirdiği sınıflı toplum eleştirisi ile saygın ve anarşist bir düzleme çekiyor. 18. yy.'da aşk, asla sadece aşk değil. Bir duruş, bir tavır, bir 'insan olalım abiler!' çığlığı. Austen-Lefroy aşkının söz konusu düzene umarsızca bağımlı olanlara duydukları şefkat yüzünden çehre değiştirmesi, bu anlamda sahiden buruk bir etki bırakıyor. Gerçekten ahlaki gerekçelerle ahlaksız, ama 'ahlakçı' olan düzene teslim olmak zorunda kalıyor Austen. 'Bu düzen böyle' dedikten sonra da, ver elini mutlu sonlar, erdemli bir kadının bile hiç yoktan hayal etme hakkı mahfuzdur. Hayatın eşitsizliğini hayal etmenin imkânlarıyla karıştırıyor, 'mutlu son' hakkı veriyor kadınlarına.

Jane 'insan olma' belirtisi olan aşkından 'insaniyet namına' vazgeçerken, yönetmenin sahnelerden birine 'ironinin tanımı' tartışmasını eklemiş olmasının hoş bir tercih olduğunu düşünüyorum. Çünkü, her şeyin sonunda Jane'in seçimi de, 'birbiriyle çelişen iki doğrudan, buruk ama dudakta gülümseme bırakan yeni bir doğrunun elde edilmesi' tanımına harfiyen uymuş oluyor.

 
Kaynak: Zaman