Birisi bana kitap hediye ettiğinde ya ona teşekkür mesajıyla ya da okuduğum metin hoşuma giderse yazı kaleme alarak yanıt verme zorunluluğu hissederim. Zira ben bir yazar olarak hediye edenin, elindeki en kıymetli şeyi hediye ettiğini bilirim. Bir başka deyişle fikir ve ruh asaleti, olumsuz bir şekilde de olsa senden hediye sahibine karşılık vermeni bekler. Kitabının çarşıda satıldığını duyar da duymazdan gelirsin, üzerinde el yazınla hediye yazısı vardır ki bu aslında hediye eden kişinin nezdinde bu kitabın ne kadar değerli olduğunu gösterir.

Aziz dostum Şeyh Raşid Gannuşi "İslam devletinde kamusal özgürlükler" (Darüş Şuruk, Kahire, 2012) adlı kitabını bana hediye ettiğinde bu makaleyi yazmam gayet doğaldı. Zira eleştirmenin yazarla ya da metinle olan ilişkisinin daima, görüşler ve hissiyatla dolu bir düşüncenin aynı özelliklere sahip bir başka düşünceyle karşılıklı etkileşim içerisinde oluştuğuna inanmışımdır. Bazılarının yalancı bir tarafsızlık iddiasıyla söndürmeye çalıştığı arka planı açığa çıkarmak gerekir.

Şeyh Raşid Gannuşi'yi yaklaşık çeyrek asırdır tanırım, ancak aramızdaki yakınlaşma, Bin Ali'nin 1991 senesinin başlarından itibaren İslamcıların üzerine siyasi polisi, Burgiba döneminde bile görülmeyen bir şiddetle salıvermesiyle oldu. İkimiz de çok büyük sıkıntılar çektik, bunu çok azı bilir çoğu bilmez. Sonra birlikte acılarla dolu uzun bir gurbet dönemi yaşadık. Yaklaşık yirmi yıl boyunca Bazen Londra'daki evinde ya da bürosunda bazense Fransa'ya gizli bir şekilde girmiş olan ortak arkadaşımızın evinde geceleri birçok tartışmalar yaptık. Diktatör yıkılıp ülkeye dönünce tartışmaların içeriği değişti, birbirine uzak olan felsefi ve siyasi görüşlerimizi uzlaştırma çabalarının yerini Tunus'ta devrimden sonra yeni siyasi düzenin yapısı üzerindeki ortak bir nokta arayışını temsil eden tartışmalar aldı.

Aramızda anlaşmayı kolaylaştıran şey ikimizin de Tunus'un güneyindeki köylerden gelmiş ve aynı toplumsal sınıflara ait olmamız, Burgiba'nın "bağımsızlık"tan sonra hezimeti tattırdığı aynı Yusufi ekolün adamları olmamızdı. Ne diktatörlüğe direniş için safları birleştirmek, ne ortak aidiyet ne her iki taraftan da köprülerin inşası noktasındaki samimi istek düşünsel plandaki anlaşmazlıkları sönümlendirebildi. Kronik anlaşmazlıklarla karşılıklı anlayışı bir arada barındıran bir ilişkiyi yıllar boyu sürdürebildik. Ayrıca bizi ayıran her şeyin aynı zamanda bizi birleştirdiğini de gördüm. Bunda bir gariplik yoktu.

Üç uzlaşma noktası

Şeyh'in "İslam, beşeriyetin bilincinin yükseldiği noktaya ilişkin tavrı, bunu sevinçle karşılamak ya da selamlamaktan başka bir şey değildir.......İslam'ın mesajının özlemini duyduğu bu insan hakları deklarasyonları ve anlaşmaların İslam'ın ilkeleri ve değerleriyle uyum içerisinde olduğu şeklindeki yönelimi, genel bir yönelim haline getirdiğini bu konudaki anlaşmazlığı ise istisna haline getirdiğini söylemek mümkündür." (s.103.) Biz, taassubun hayatlarımızı için için kemirdiği bir dünyada bu düşüncenin yayılmasına ne kadar muhtacız. İnsanlığın kendisinden rahatsız olduğu şiddetin giriş kapısı olmuştur.

Medeniyetsel yaratıcılığa sahip düşünceden acısıyla tatlısıyla her şeyi alan bir profil çizmesi İslam nizamında Müslüman araştırmacıya yakışmaz. Ona şu an için yakışan, beşeri aklın üzerinde uzlaşma sağladığı ve faydasını ispatladığı hususları almayı hor görmesidir". (s.39)

Sonra da altına imzamı atabileceğim şu cümle: "Gelecek, yönetimini büyük ihtimalle düşünsel yenilenmeye, yaratıcılığa, iknaya, diyaloğa ve insanlara faydalı olan şeyleri sunmaya en açık olana, direniş, değişim ve fedakarlığa en fazla yatkın olana kendisini teslim edecektir." (s.28).

Evet, Yaratıcılık alanına dönerek, çağlar boyu oluşan bütün bu geriliği yok etmemiz gerekiyor. Evet, medeniyetsel birikimimizi yenilemeliyiz, geviş getirmeyi (sürekli ayı şeyleri tekrarlamayı) özellikle de geçmiş dönemde atalarımızın yaptıklarıyla ve yaptığı iddia edilen şeylerle övünmeyi bırakmalıyız. Özgüvenimizi kazanıp dünyaya açılan pencere olmamız  dışında bunun bir yolu yoktur. Çinceyi, Rusçayı, Japoncayı, Urducayı, Zulu dilini ve Maya dilini öğrenmeliyiz. Memnuniyetle bütün beşeri kültürlerden almalı ve cömertçe vermeliyiz. İmam Ali'nin sözleri bizim şiarımız olmalı:

İstediğin kişinin oğlu ol ve edebi öğren          Bunun neseple ilgisi yoktur

Yiğit adam işte bun buyum diyen adamdır    Yoksa yiğit, 'babam şöyle yapmıştı' diyen değildir

****

Şimdi de anlaşamadığımız üç konuya geçelim, ancak öncelikle bu konuyu açmam gerekir:

1. Birinci bölümde (s.37), Şeyh, şöyle yazmış: "Bu nedenle gerçek delil, laiklerin İslam'ı laikleştirme çabalarına ve onun mesajının içeriğini boşaltmalarına yanıt verme konusunda herhangi bir tartışmaya girmeyi gerektirmeyecek kadar açıktır." Aynı düşünceyi başka bir yerde de sürdürmektedir: (s.38): "...Bu, Müslüman alimlerin ve düşünürlerin laik çizgiye karşı koyma ve onların delillerini akli kanıtlarla çürütme yönündeki çabalarının değerini azaltmaz."

Kavram üzerinde tartışma yapmak istemiyorum. (Bkz. El-Cezire.net'te yayınlanan "terk edilebilecek ya da benimsenebilecek bir kavram: Laiklik). Bu yazımda laikliğin bana göre devletin diktatörlerden korunması  (Afganistan ve Taliban), dinin de devlet adına diktatörlük yapanlardan korunması (Bin Ali dönemindeki Tunus) işlemiştim. Bunun ateizmle hiçbir ilgisi yok. Bazı şeyleri birbirine karıştırmamak için en iyisi, sivil düşünceden bahsedelim.

Üzerine yorum yapmak istediğim nokta ise, mensubu olduğum düşünce çizgisinin ifade ettiği şeyleri 'iddia' olarak nitelerken bizim iddialarımızın "akli kanıtlarla çürütülmesi"nden bahsetmesidir. Şeyh ve onun düşüncesini savunanlar, hala "benim düşüncelerim bazı hata ihtimalleri içermesi mümkün olan doğrudur, senin düşüncelerin ise bazı doğruları içermesi mümkün olan yanlışlardır" çizgisinde. Açık söylemek gerekirse, Gannuşi'nin bana içten içe, Allah'ın benim bir gün kalbime hakikatleri açıp/ kalbimi fethedip hakka hidayet etmemi, laiklerin iddialarını terk ederek İslamcıların hakikatlerine kavuşmamı isteyen bir açıdan baktığı düşüncesinden nefret ediyorum.

Benim görüşüm, konunun iddialar ve gerçeklerle ilgisinin olmadığı yönünde. Düşünsel olarak biz müthiş bir dünyada ve onun karmaşık değişkenleri karşısındayız. Dolayısıyla da doğru olma ya da yanılma konusunda eşitiz. İnanç düzeyinde ise İslam, hepimizin içtiği bir kaynak olup kimsenin tekelinde olan bir şey değildir. Toplumsal ve siyasi olarak hepimiz, çıkarlarımızın ilkesini ve ilkelerimizin çıkarını koruyoruz.

Daha da önemlisi, hepimiz hukukun baskısı karşısındayız. "çoğulculuk, şu an ve ebediyete kadar bütün toplumların doğal halidir. Bu değişmez gerçekliğin, tamamen kişisel bir nedeni vardır: İnsanoğlunun çekişmeyi ve kendini başkaların ayırmayı sevmesi". Sınırlı kaynaklara sahip bir toplumda insanların ve toplulukların sorunlarını çözecek olan stratejilerin, çıkarların ve bakış açılarının farklı olmasından ve birbiriyle çatışmasından kaynaklanır.

Dış etkenlerin yani başka toplumların diğer toplumlara olan etkisinin de rolü vardır. Toplumlar halen birbiriyle ister savaş isterse barış yoluyla gen, bilgi ve değer alışverişinde bulunmaktadır. Bizim kültürümüzde geçmişte aynı din içerisinde Şiilik ve Sünnilik gibi farklı ekollerin oluşmasını sağlayan bu çoğulculuktur. İslami manzumeyi bugün davetçi İslam-siyasi İslam gibi farklı ekoller arasındaki farklılıkları harekete geçiren budur. Siyasi İslam, daha mutedilken diğeri daha sertlik yanlısıdır. Sertlik yanlısı akım içerisinde cihadi Selefilikle davetçi Selefilik bulunmaktadır. Bu ekollerden her biri kendi İslam anlayışını doğru olarak görmekte ve diğerini tekfir/afaroz etmektedir.

Bizim laik ve İslamcı olmamızı sağlayan da bu çoğulculuktur. Zira Tunus toplumu, İslami Şark'ın etkisinin izlerini üzerinde taşısa da aynı ölçüde Avrupalı Batı'nın tesirinin izlerini de taşımaktadır. Bu yüzden İslamcılık ve laiklik gibi iki ayrı çizgi oluşmuştur.  Öyleyse mesele, ötekinin akli kanıtla çürütülecek düşünsel yanlışları değil, toplum içerisinde bütün düşüncelerin birbiriyle çelişen projelerinin barışçıl olarak çözüldüğü ve işler hale geldiği bir işleyiş ortaya koymaktır. Zira tarih, monolitik bir yapının ne kadar saçma olduğunu, bu tek tipçiliğin bize gözyaşı ve kan olarak geri döndüğünü ispatlamaktadır. "İcma çerçevesinde çoğulculuk" (s.150) konusuna ilişkin söylediklerine gelince, bunun bana çelişik görünmekte olduğunu söylemeliyim, çünkü çoğulculuk ancak icmanın/görüş birliğinin imkansız olmasıyla gerçekleşir. Sağ elle verilenin sol elle geri alınması şeklinde bir görüntü oluşmaması için –zira çoğulculuğun meşru olduğunu ve varlığını onaylayan odur- bütün belirsizliklerin ortadan kaldırılması istenir.

***

2. Batı'nın maddeciliği

Şeyh Gannuşi, s.49.'da şöyle der: "Batılı düşünce özünde madde ve hareketi dışında bir şeyi kabul etmez. Bu da insan olarak adlandırılan söz konusu varlığı maddenin gelişiminin hareketinde bir ileri aşamadan başka bir şey değildir."

Görüşüm, Şeyh Gannuşi'nin bardağın dolu tarafına bakmadığıdır. Gerçekten ortada Batılı düşünceye, insana ilişkin maddi düşünceyi veren güçlü bir akım mevcuttur, bunun en bariz temsilcileri Bacon, Galileo, Newton, Darwin, Marks ve Freud'dur. Ancak bu medeniyet, bilim, felsefe ve teknolojiyle sınırlı değildir. Batı'yı kim Paris, Köln, Charter, Strasburg, Florance Katedrali gibi büyük katedraller olmadan düşünebilir ki? Bütün bunlar, dünya mimari sanatının en güzide örnekleridir. Bazılarının inşası tam yüzyıl sürmüştür. Batı'yı kim, Michaelangelo'nun, Rafael'in ve diğer yüzlerce ressamın, konusu Mesih'in çarmıha gerilmesi olan tabloları olmadan düşünebilir ki? Bah, Handel, Vivaldi, Motzart, Bethooven, Brahams gibi müzik devlerinin Requem ya da Messe tarzı kilise müziği yaptıklarını kim biliyor?

Tunuslular şehirdeki senfoni orkestrası tarafından çalınan Bethooven'in müziklerini dinlediklerinde, en küçük bir hoşgörü iniltisi çıkarmaksızın, tam bir sessizliğe bürünüyorlar. Bilmiyorlar ki aslında onlar bu müziği dini bir huşu içerisinde dinliyorlar. Batılı klasik musikinin bir kısmı, sarayların bize bir mirasıysa geri kalan kısmı da kilisenin mirasıdır.

Gerçekte Batı kültürü, temelde boğazına kadar dine batmış, tamamen onla dolu bir dindir, derin ve köklü bir ruhani eğilimi vardır. Olgu  hiçbir büyük medeniyette değişmez, bir başka ifadeyle ruhani ve maddi olmak üzere, zamanla farklı dönemlerde farklı oranlarda birbiriyle mütenakız iki çizgi vardır. Şayet bardağın boş değil dolu tarafını göreceksek, Batı medeniyeti içerisinde bizim iyi tanıdığımız ruhani çizgi olduğu gibi görmezden gelmek istediğimiz materyalist bir çizgi de birlikte bulunur. Maddeci akımın bizdeki temsilcileri, Maarri, İbnu'l Mukaffa, İbni Haldun ya da bize daha yakın dönemde yaşamış olan Sadık Celal el Azm'dır.

Batı'ya dair yazdığım yazılarda beni en çok rahatsız eden şey, ister Milliyetçi isterse İslamcı olsun, bu hareketlerin Batı'yla olan hastalıklı ilişkisinin derinliğidir. Bu tavır, halk arasında "Ye tahılı, söv millete" ya da "Seni sevmiyorum ama senden de ayrı olamıyorum" gibi sözlerde somutlaşan tavırdır.

Sürekli yazdığımız gibi Batı'ya karşı ya bağnazca bir bağımlılık  ya da abartılı bir inkar içerisindeyiz. Şu an itibariyle Batı, egemenliğini (10 bin yıllık medeniyet tarihinde) en fazla 500 sene daha sürdürebilir. Dünya çoğulcu bir yapıya doğru evriliyor, Arap devrimleri bizi yeniden tarih sahnesine sürüklüyor, bakarsın bu ikilemden çıkarak olgun, daha bağımsız ve daha az çekinceli bir ilişki kurarız.

****

İnsan hakları alanında İslam'ın yüceliği

Kitabın başlığı: "İslam Devleti'nde Kamusal Özgürlükler". Yazar, hangi İslam devletinden bahsediyor? 15 asırdır bildiğimiz, tanıdığımız, İslami maskeyle ortaya çıkmış diktatörlük ler mi yoksa hayali demesek de önümüzdeki dönemlerde kurulması beklediğimiz İslami devlet mi? Bugün Tunus'ta İslamcılarla imzalanan siyasi sözleşmenin sivil devletin inşasına ilişkin olduğunu, İslam devletinin inşasına dair olmadığını söyleyebilir miyim? Belki de kitabın başlığı "İslam'da kamusal özgürlükler" şeklinde olsa daha iyi olurdu. Zira kitabın içeriği bunu anlatıyor.

Sorunu ele alma noktasında yazarın yöntemiyle ilgili sorun olarak gördüğüm şey, eşitlik hakkı (s.68), inanç özgürlüğü (s.70), düşünce özgürlüğü (s.80), ekonomik haklar (s.81-90), adil yargılanma hakkı (s.100) gibi hakların tamamının Kuran-ı Kerim'de hem de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ilan ettiğinden de daha geniş ve kapsamlı bir şekilde mevcut olduğunu söylemesi. Örneğin inanç özgürlüğüyle ilgili yazar, örneğin (İsteyen inansın isteyen inkar etsin!), ya da (dinde zorlama yoktur) gibi bir takım ayetler zikrediyor. Sonra da İslam'ın özgürlüklere ilişkin olarak pozitif kanunlara üstün olduğuyla ilgili şunları söylüyor: "İnsan hakları beyannamesi, feodaliteye ve papalığa karşı Burjuvazi'ye bir koruma sağlamak için felsefi materyalizm ve kapitalizm üzerinde yükseliyorsa, son tahlilde ne kadar çürük ve sınırlı olduğu ortaya çıkar. İslam'ın özgürlüğe ilişkin tasavvuru, Batı düşüncesinin iddia ettiği gibi kendisinden doğal hukukun neşet ettiği insan tabiatından hareket etmez. Bilakis onun kendisi üzerinden hareket ettiği nokta, her şeyin onun adıyla konuştuğu hakikattir ki o bu evrenin yaratıcısı ve sahibidir." (s.53).

Konuyu ele alma biçiminde ciddi iki sorun bulunmaktadır. Birincisi, İslamcıların İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve bunun alt birimini oluşturan sözleşmeler, uluslararası kriterlere bakışlarıyla ilgilidir. Bu konu "Yasak İnsan" adlı siyasi polisin doksanlı yılların başında el koyduğu ve siteme de koyduğum kitapta ele alınmıştır. Bu kitapta tarihsel bir araştırmadan hareketle beyannamenin bir okumasını yapmıştım.

Çinlilerin, Müslümanların ve Batılıların Allah'ın adını dibacede zikretmeye yönelik isteklerini reddettiklerini kim hatırlar? Ancak üç semavi din, öğretilerinin merkezinde yer aldığını düşündükleri hakları dayatmışlardır. Vatikan boşanmanın yasak oluşunu dayatmak istemiş...Sovyetler Birliği, ekonomik hakları Batılılara dayatmış, ancak halkların kendi kaynakları üzerindeki bağımsızlık ve egemenlik haklarını tanıma noktasında başarısız olmuştur. (Bu haklar, 1966 anlaşmasında garanti altına alınacaktır). Bu arkadaşlar, Sovyetler Birliği'ne bireysel ve kamusal özgürlükleri dayatmıştır. Bu da beyannamenin "felsefi materyalizme ve kapitalist ekol"e indirgenemeyeceğini göstermekte.

Bunlar batılıların dayatmaları değil. Tartışmaların keskinliğini ve bunun oluşturulmasına eşlik eden alım satım ameliyesinin zorluğunu bilen insan ne kadar az. Zira bu, dünyanın Hıristiyanlaştırılması, Yahudileştirilmesi ve İslamlaştırılmasının imkansız olduğu, dünyadaki mevcut dini, ideolojik ve siyasi çoğulculuk ışığında, büyük kültürler arasında oluşması son derece zor uzlaşma sonucunda, giderek birbirine daha fazla bağlanan dünyada ortak yaşamın gereklerinin dayattığı bir şeydir. Ayrıca farklı kültürler arasında ortak bir zemin yaratma zarureti, insanlığa ait farklı kültürlerin getirdiği büyük projelerin tamamlayıcısı olur. Hepimizin oluru ve katkısıyla ortak bir belge oluşturmak dışında bir seçeneğimiz yok.

Bu objektif bakış, örtülü düşmanlık biçimlerini sona erdirir ve belki İslamcıların çekinceli kabulüne mahzar olur. Bahsettiğimiz deklarasyon, göreceğimiz gibi bir rakip ya da alternatif değil, daha çok beşeriyet ailesinin diğer kesimleriyle birlikte, ortak bir dil ve kendisine dair konsensüsün oluştuğu bir proje oluşturmak için üzerinde anlaştığı toplumsal bir metindir. Halen hayata geçirmekten bütünüyle uzak olduğu bildiğimiz bütün hakların insana geril verilmesi gibi son derece idealist bir yapıya ve iyimser bir bakış açısına sahip olsa da bunun hayata geçirilmesi gerekir.

İkinci sorun, İslam'ın kendisiyle ilgilidir. Sanki İslam'ın değeri, diğer bütün pozitif kanunlardan önce insan haklarının değerini keşfetmesi, bu hakları daha asil ve köklü bir şekilde ele almasında yatmaktadır. Gannuşi, hiçbir zaman kendisinin yeni bir din kurduğunu ya da en küçük bir kutsallığa sahip olduğunu iddia etmeyen metinlerle bir rekabet içerisine girmek gibi bir duruma kendisini sokmaktadır. Tıpkı bazı bilimsel keşiflerin aslında Kuran'da bulunduğunu iddia eden bir takım kimselerin yaptığına benzemektedir Gannuşi'nin tutumu. Sanki Kuran'ın değeri, bu gerçekleri, fizik ve kimya bilginlerinden daha önce keşfetmesiyle artıyormuş gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. İslam'ın azametinin şu ya da bu konuda bazı gerçekleri başkalarından daha önce ortaya çıkarmasında değil, bir milyardan fazla insanın, insanlıklarını gerçekleştirmek ve Allah azze ve celle'nin kendileri için seçtiği saygınlığı hak ettiklerini ortaya koymak için uyguladıkları bir yöntem olmasında yatmaktadır.

Allah tek olduğu halde neden bu kadar çok sayıda din olduğuna dair kendine sorulduğunda Gandi, Tanrı'yı bir dağın zirvesine, insanları da onun eteğine benzeterek zirveye ulaşmak için tek değil birden çok yol olduğunu, insanların zirveye güneyden, kuzeyden, doğudan ya da batıdan çıkabileceklerini söylemiş. Burada güzel olan bütün yolların, aynı hedefe yönelmeleri nedeniyle birbirine eşit olması. Bu dağ meselinde olduğu gibi, zirveye çıkmak isteyen insanlık, ne kadar yükselir ve zirveye yaklaşırsa birbirine de o kadar yaklaşır.

Belki de bu, dini ne olursa olsun dağın eteklerinden uzaklaşarak zirveye yaklaşmakta olan hemen hemen bütün din büyüklerinin söylediği bir sözdür. Burada dağın eteği, dinin ritüellerini, adet ve maslahatlarını sembolize ederken insanlar, ruhları ve akıllarıyla yeryüzündeki bütün ışığın kaynağına da yaklaşmaktadırlar. Belki de bu sözler içerisinde en beliğ ve veciz olanı İbn-i Arabi'ye ait olan şu sözlerdir:

Bütün suretleri kabul edecek bir hale geldi kalbim benim,

ceylanların otlağına döndü, keşişlerin manastırına

puthaneye döndü, tavaf edenlerin Kabe'sine kalbim

Tevrat levhalarına, Kur'an sayfalarına.

Ben Aşk dininin müntesibiyim..

Aşk bineği hangi yöne götürürse benim dinim, imanım orada

Sonuç:

Ne bir düşüncenin tamamı üzerinde görüş birliğimiz, ne de başka düşünceler demeti üzerinde anlaşmazlığa düşmemiz benim Şeyh Gannuşi'yle olan ilişkimi değiştirir. Bütün düşünceler değişebilir veya kirlenebilirler. Tıpkı iç çamaşırlarını değiştirdiğin gibi kirlenmiş düşünceleri de değiştirebilirsin. Değerler ise sisli bir havada yolu kaybettiğinde karşılaşacağın değişmez göstergelerdir (alamet-i sabitelerdir).

Dünya Bülteni için El-Cezire.net'ten Faruk ibrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir.