İsrail başbakanının tüm Arap liderlerine yüz yüze görüşme önermesi, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'ın 1977'de Knesset'te yaptığı konuşmadan bu yana barışa yönelik en önemli adım olma potansiyeli taşıyor. Buradan bir şey çıkıp çıkmayacağını zaman gösterecek; kuşku duymak için birçok neden var, fakat az da olsa umutlanmak için nedenler de var. Olmert'in olumlu açıkmaları 'âdet yerini bulsun' tavrından ibaret olabilir; görünüşe göre de, İsrail başbakanı Suudi Kralı Abdullah bütün Arap liderleri toplarsa kendisinin de orada bulunacağını söyleyerek topu Arapların sahasına attı. Arap zirvelerinin tarihi, liderleri aynı anda aynı odada toplamanın epey hüner gerektiren bir iş olduğunu gösteriyor. Ciddi olsa ve görüşme gerçekleşse bile Olmert'in bir anlaşma için, bilhassa da geçen yılki Lübnan felaketinin ardından, gereken kapasite ve iç desteğe sahip olup olmadığı şüpheli. Bununla birlikte, ilk kez beş yıl önce öne sürülen ve geçen ay raftan indirilen Arap barış planının lehinde söylenecek çok şey var. Uzun vadede İsrail'in hayatta kalması ABD'nin siyasi, askeri ve ekonomik desteğine değil, komşularıyla bir arada yaşama yeteneğine bağlı. Bu yüzden sadece Filistinlileri değil, herhangi bir barış anlaşmasına bütün Arap ülkelerini dahil etmek doğru yönde bir adım. Son yıllardaki başlıca engellerden biri, İsrail'in muhatap bulamadığı iddiasıydı. Yaser Arafat hayattayken bu büyük ölçüde uydurmaydı, fakat Arafat'ın ölümünden sonra bir parça gerçeklik kazandı. Arap ülkeleriyle blok halinde temasa geçip, ılımlı Filistin lideri Abbas'ın da peşini bırakmamakla İsrail önemli bir müzakere muhatabı elde edecek, nihai bir barış anlaşmasını Arap kamuoyuna satmasını sağlayacak itibarı kazanacak. Araplarla bir bütün olarak temasa geçmek, herhangi bir anlaşmaya bir bütün olarak varılması gerektiği anlamına da geliyor. Böyle bir anlaşma Filistin'in yanı sıra Suriye ve Lübnan'ı da kapsamalı. Bush yönetiminin Suriye'ye yönelik düşmanlığı ve Lübnanlı Şiilerin tekere çomak sokacağı korkularına karşın böyle bir yaklaşım mantıklı, zira birçok mesele birbiriyle bağlantılı. Arap planı İsrail'e 1967'den beri işgal ettiği tüm topraklardan çekilme çağrısı yapıyor, bu Arap tarafında genel olarak müzakerenin temeli gibi görülüyor; nihai ayrım çizgisi, başka noktalardaki tavizkâr düzenlemeler karşılığında gözden geçirilebilir. Geçmişteki sorun, İsrail'in bu ilkeyi başlangıç noktası olarak kabul etmemesiydi. İsrail tersine, statükodan en ufak bir gerilemeyi 'taviz' veya cömertlik sayıyordu, bu tavır da Arap kamuoyunda karşılık bulmadı. Filistinli mültecilerin dönüşü gibi çetrefilli bir mesele de var. Arap planı, açık taleplerde bulunmaksızın 'adil çözüm' aradığı için bu noktada biraz esnek ve toprak konularında ilerlemenin mülteciler meselesinde tavizin yolunu açacağı kesin gibi. Peki bugün anlaşmaya varma şansı, yedi yıl önce çöken Camp David müzakerelerinden daha fazla mı, değil mi? Ortaya koyulması gereken ilk nokta şu: İsrail ve Filistin'in pozisyonları, son ciddi müzakereler bittiğinde çok uzak değildi. Camp David'den sonra görüşmeler Taba'da sürdü; ta ki Ehud Barak hükümetinin görev süresi dolana kadar. Tarafların birbirlerine ne kadar yaklaştığını görmek için AB temsilcisi Miguel Moratinos'un notlarına bakmak yeter. Kasvetli Ariel Şaron yıllarında da gayriresmi girişimler yapıldı. Biri Uluslararası Kriz Grubu'na aitti ve sadece Filistinliler değil, Suriye ve Lübnan için de olası bir nihai anlaşmayı en ince ayrıntısına kadar ortaya koyuyordu.İsrailliler ve Filistinlilerin yedi yıl önceki müzakerelerinde Arap ülkelerinin adı nadiren geçiyordu, ama bugün vazgeçilmez bir unsur gibiler. Araplar masaya güvenlik güvenceleri ve İsrail'le 'normal ilişki' önerisi getiriyor. Bu, Filistinlilerin tek başına sunabileceği her şeyden daha büyük bir havuç.Bush bile destekleyebilir 2000'den bu yana yaşanan bir diğer değişim, Filistin topraklarının felaket durumu; Filistin sadece bir 'yarım-devlet'ten 'yok-devlet'e değil, dibe vurmuş bir yok-devlete dönüştü. Bu İsrail'de alarm zillerinin çalmasına yol açmış olmalı. Şaron'un politikalarının başarısızlığını ve yaklaşım değişikliği gerekliliğini görüyor olmalılar. İsraillilerin uzun dönemli güvenliği, ekonomik bakımdan güçlü ve coğrafi olarak yaşayabilir bir Filistin devletinden geçiyor. Bu denklemdeki son unsur da, Bush yönetiminin sonunun yaklaşması. İsrail'in Beyaz Saray'da bir daha bu kadar güçlü bir destekçi bulması zor ve Olmert, Bush gitmeden anlaşma girişimi yapmayı mantıklı bulmuş olabilir. Bush da karşılığında, felaket bir başkanlığın ardından giderayak büyük bir dış politika başarısına imza atma eğiliminde olabilir. Tüm bunlar olumlu, ama kimse işe tamam gözüyle bakmamalı. Yine de, Ortadoğu barışının bir kez daha hiç olmadığı kadar mümkün hale gelmesi ihtimali var. (2 Nisan 2007)