Amerika, bu yılın sonlarına doğru yapılacak olan başkanlık seçimine giderek yaklaşırken, neredeyse yarım asırdan beri hiç olmadığı kadar siyasal açıdan kutuplaştı. Sağ-sol kutuplaşmasının derecesi belki yeni; fakat bölünmenin kendisi Amerikan tarihi boyunca çatışma halinde olan simgesel ideolojilere dayanıyor.
Popülist sağda eski bir isimle (adını eski Çay Partisi, yani Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın alevlenmesinde etkisi olan Boston Çay Partisi'nden alan) yeni bir hareket, Çay Partisi, var. Şimdilerde, bu parti ülkenin yetişkin nüfusunun yüzde 30'dan fazlasının desteğine sahiptir.
2008 başkanlık seçiminde Barack Obama'ya oy veren Amerikalıların çoğu solda yer alıyor; fakat bunlar gerçekleştirileceğini umdukları köklü reformların yapılmamasından ötürü hayal kırıklığına uğradılar.
Çay Parti'si (esas olarak Cumhuriyetçilerin sağ kanadı), daha küçük ve iktidarı daha sınırlı bir federal hükümetin yanı sıra, eyalet haklarının daha fazla korunduğu, düşük vergi ve bireysel özgürlük temelli bir siyasal sisteme eğilimli.
Buna karşın sol (birçok Demokrat Parti'li aktivistin yer aldığı), ABD federal hükümetinin yoksulluk, sosyo-ekonomik eşitsizlik, kötü sağlık koşulları ve işsizlikle mücadeledeki rolünü genişletmesini ummuştu.
'Büyük yönetime' karşı tutumlardaki ayrılık, belki de Amerikan tarihindeki tek temel politik neticedir. Amerikan tarihi, özü itibariyle kendi bünyesinde inşa ettiği bu temel çatışma ve ikilemleri içeriyor.
Politik ve ekonomik baskılardan kaçan pek çok insan Amerika'ya gitti. Orada, yeni eriştikleri özgürlüklerinde geliştiler ve ayrı koloniler (daha sonra eyalet adını alan) halinde bir araya geldiler.
Özgürlüğe susama
Başarı ve neredeyse sınırsız toprak imkanı, bu süreci hızlandırdı. Bir taraftan, giderek artan oranda özgürlüğe ve toprağa susamış göçmen buraya akın ederken; diğer taraftan, ülke geliştikçe iç organizasyon ihtiyacının yanı sıra büyümekte olan dış sorun ve tehditler, ülkeyi, federal hükümeti her zamankinden daha güçlü bir yapıya kavuşturmaya zorladı. Bu durum, münferit eyaletler ile federal hükümet arasındaki gerilimleri nüksettirdi.
Bu politik çakışmayı doğuran süreç, Pilgrimlerin (1620), Yeni Dünya'ya ulaşmasına yani 17.yüzyıla kadar geri gider. Pilgrimler veya Pilgrim Atalar, İngiltere'de resmi kilisenin boyunduruğu altında, azımsanamayacak ölçüde baskı ve şiddete maruz kalan Anglikan Kilisesi karşıtı Hıristiyanlardı.
Sadece yüz kişi civarında olmalarına karşın, 1630'larda yaklaşık yirmi bin Püriten daha onlara katıldı. Bu grup, o zamanlar, İngiltere'deki resmi 'üst kilise' (yarı Katolik) Anglikanlarından zarar görme endişesiyle yaşayan 'alt kilise' Anglikanlarıydılar.
Bunu, dini baskılardan kaçan başka gruplar izledi: Avusturya Salzburgları, Alman Mennoniteleri, Fransız Huguenotları, Cermen ve İsviçre Amishleri, İngiliz Quakerları ve diğerleri. Özgürlük arayışı, kimi zaman bazı Püritenlerin diğer Püritenlere baskı yaparak, onları Amerika'nın başka bir yerinde özgürlük arayışlarına devam etmeye zorladığında; kimi zaman kendi kolonilerini kurmaya çalıştıklarında Yeni Dünya'da da kendini gösterdi.
Bu başına buyrukluk fikri, 1770'lerde İngiltere'den kopuşa neden oldu ve henüz kurulmuş Amerika'nın ekonomik ve politik başarısına katkıda bulundu. Fakat başlangıç sürecinin ilk safhalarından beri, koşulların onları biçimlenmeye zorladığı söz konusu gerilimler, egemen siyasi varlıklar olarak eyalet hakları ile merkezi hükümet güçleri arasında politik suları bulandırdı.
'Merkezi' otoriteyi biçimlendirmeye yönelik ilk baskı, İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesini koordine etme ve bunu yapabilmek için bir ordu yetiştirme ihtiyacı tarafından güdülendi. Fakat çatışma bittikten sonra, yabancı güçlerden alınan (bağımsızlık savaşını desteklemek amacıyla) borcun ödenmesi gerekiyordu. Merkezi hükümet, münferit eyaletlerin vatandaşlarından para toplamak için zor kullanmayı kademeli olarak bıraktı.
Askeri gereksinime ilave edilecek başka bir olgu, ABD'nin, ekonomik veya bölgesel çıkarlarını, bir taraftan Fransız, İspanyol, İngiliz ve başka silahlı güçlerin; öbür taraftan Meksika Körfezi, Karayipler ve hatta Akdeniz'deki korsanların tehdidi altında bulmasıyla, daha büyük bir düzenli orduyu ve donanmayı idare edecek yeni ulusa duyulan ihtiyacın artmasıdır.
Batıya yayılma
Askeri ihtiyaca ilave edilecek başka bir olgu da, askeri ve siyasi başarının Avrupa'dan daha fazla göçmeni cezp etmesiyle ülkenin batı yönünde genişlemesinin hızlanmasıdır. Böylece federal hükümet, Yerli Amerikalıların bu genişlemeye tepkisini göğüslemek için ordu güçlerini daha da genişletmek zorunda kaldı.
Asker dışı cephede dış ticaret, Yerli Amerikalı meselesi, bankacılık, batıya genişleme, toprak mülkiyeti, demiryolu gelişimi, vergilendirme, eyaletler arası otoyollar ve istihdam teşebbüsleri gibi konular, federal yönetim veya müdahalenin olabildiğince geniş bir alana yayılmasını icap ettirdi.
Federal hükümet ile münferit eyaletlerin ya da eyalet gruplarının çıkarları arasındaki gerilim, en nihayetinde 19.yüzyılın ortalarında İç Savaş'ın patlak vermesine sebep oldu.
Kölecilik karşıtı politikacıların 1860 başkanlık seçimindeki zaferiyle, güney eyaletleri kölecilik kurumunun uzun vadede bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu algılayıp, birlikten ayrıldı. Güneyli köle sahipleri federal hükümetin köleliği ilga etmesine, kölelerini federal olarak yönetilen henüz devlet olmayı başaramamış batı topraklarına (bölgeler denilen) götürmeyi hakları olarak gördüklerinden karşı çıktılar.
Bir bakıma bu savaş hatları, federal kökenli 'birlikçi' kuzey ile 'konfedere' güney (kendini eyalet haklarının savunucusu olarak gören) arasında, bugüne kadar, varlığını sürdürdü. Obama, daha çok kuzeyin (özellikle kuzey doğunun); Çay Partisi ise güneyli beyazların büyük bir bölümünün desteğine sahiptir.
Fakat Amerikan sağının kişisel özgürlük ve bireysel haklar geleneğini besleyen başka bir anahtar faktör daha var: Sınır ya da Öncülük ruhu. Beyaz kolonizasyonu batıya doğru hareket ederken, ardışık nesiller göreli olarak hükümet aygıtının (dolayısıyla himayesinin) yokluğunu ve kişisel özgürlük duygusu ile bunun cesaretlendirdiği özgüveni tecrübe ettiler.
Beyaz Amerika'nın batıya doğru yayılması, ideolojik olarak 'yazgı manifestosu' (kıtaya 'izahtan vareste' el koyma hakkı) konseptiyle sembolize edildi. 1890'larda, ardışık nesillerin sınır tecrübeleriyle üretilen aşırı bireycilik fikri, Amerikan tarihçisi Frederick Jackson Turner'ın meşhur Sınır bölgesi Tezi veya Öncülük Tezi (Frontier Thesis) ile ideolojik olarak güçlendirilmiştir. Aslında tezin bizzat kendisinin, Amerikalıların benlik-imajının parçaları olarak kendine güven duyma ve kişisel özgürlük fikirlerinin 'sınırlar'ını değerlendirmede ideolojik olarak katkısı vardır. Elbette bu süreç, 20. yüzyılda sayısız western film (ilki 1903'te yapılan Büyük Tren Soygunu) aracılığıyla tasvir edilen kovboy ve hatta haydut imgesiyle de desteklendi.
Fakat bu 'aşırı bireycilik' ve yerel eyalet hakları gelenekleri giderek başka kimlik ve amaçlarla çakıştı.
1860'larda, İç Savaş (federal-güneyli eyaletlerin büyük ölçekli çatışması), köleliği sonlandırdı ama ırkçı zulmü değil. Siyahi halk, çok geçmeden yeni bir ayrımcılıkla karşı karşıya kaldı: Korkunç şiddet olayları (çoğu zaman güneyli beyazlardan oluşan Ku Klux Klan gibi gizli topluluklar eliyle işlenen cinayetler) ve ileri düzeyde yoksulluk.
Federal hükümet, ırkçı ayrımcılığa son veren yasayı 1960'larda ancak kabul etti. Sivil hak hareketleri 1960'larda zirveye çıkarken; Vietnam Savaşı karşıtlığı hareketi, rock müzik, cinsel özgürlük, uyuşturucu ve diğer faktörlerin bileşiminden, art arda, özellikle güneyde sağ-kanat Hıristiyan (Bible Belt denilen) tepkisini kışkırtmaya katkı sağlayan otorite karşıtı bir karşı-kültür gençliği meydana geldi.
Ekonomik cephede, Amerikan endüstriyel gelişimi (19.yüzyıl sonları ile 20.yüzyıl başlarında), birey ve eyaletler haklarından ziyade, pan-Amerika politik-ekonomik teşebbüsleri ve ülke çapında sendika birlikleri olarak değerlendirilen geniş bir işçi sınıfı (baçlıca kuzeyli) meydana getirmişti.
Başkan Roosevelt'in ülke çapında Büyük Bunalım'ı sona erdirme girişimi (The New Deal), söz konusu işçi sınıfı geleneğinde efsanevi bir statüye sahipti. Örgütlü işgücünü, siyasi haklarla ilgili kuruluşları ve modern demokratik partiyi (Çay Partisi'nin baş düşmanı Barack Obama'nın partisi Demokrat Parti'yi) oluşturan diğer liberal amaçların savunucularını örgütledi.
Bu bir bakıma, sağın Çay Partisi ile 2008'de Obama'ya oyunu veren sol kesim arasındaki, Amerikan tarihinin çoğunda şekillendirici etkiye sahip, büyük çatlağı temsil eden bir çatışmadır.
Rol değişimi
İdeolojik bölünme, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki tarihi rekabetten bir anlamda daha önemlidir. Federal yönetimle çatışma halindeki tutumlar, ABD tarihinin yinelenen meselesiyken; Demokrat-Cumhuriyetçi ikiliği, en azından ideolojik anlamda bir ikilik değildi.
Geçen zaman göz önünde bulundurulunca, iki parti arasındaki rekabetin ideolojik devamlılıkla ilgili olmaktan ziyade, iktidar için ideoloji-dışı rekabete ilişkin her şeyle ilgili olduğu görülür. 19.yüzyılın ortasında, Demokratlar güney devletlerinin köleliliği yayma haklarını desteklerken, federal yönetimini savunanlar Cumhuriyetçilerdi. Amerikan solunun tarihi kahramanı Abraham Lincoln, Cumhuriyetçi bir başkandı. Bu süreç, 20.yüzyılda, Demokratların giderek Amerika'nın 'sol' partisine, Cumhuriyetçilerin ise sağın partisine dönüştüğü ve netice itibariyle 1980'lerde tamamlanan bir süreçti.
Bu, tıpkı İngiltere'de olduğu gibi (Muhafazakar Parti'nin İşçi Partisi'ne ya da tam tersi), aşama aşama ve fakat özlü bir biçimde ideolojik rollerin değişimi demekti. Ancak bazı açılardan ikisi arasındaki fark epeyce fazladır.
Bu sonbahardaki başkanlık seçiminde, tıpkı içinde barındıkları konvansiyonel partiler gibi Amerikan siyasetinin iki tarihi ana akımı mücadele ediyor olacak. Bu yazı, Amerikan tarihinin asıl mahiyetinin, nasıl ülkenin geçmişini ve elbette geleceğini temsil eden birbirine zıt iki farklı politik felsefe oluşturduğunu hatırlatmaktadır.
Dünya Bülteni için BBC History Magazine'den Muhsin Korkut tarafından tercüme edilmiştir.