Öncelikle, Amerika yazılarına gelen, “ezber bozmaya, klişeleri yıkmaya ve yeni ufuklar açmaya çalışıyorsunuz” şeklindeki tepkiler için teşekkür etmek isterim.

Bugün, Amerika'da (ve Avrupa'da da) tanık olduğum, yeni bir olguya dikkat çekeceğim: Başörtüsü diyasporasına.

Diyaspora (sürgün, göç, “hicret”), esas itibariyle modern bir olgudur. İşgal ve keşifler yedeğinde gerçekleşen en büyük “diyaspora”, Avrupalılara Amerika'yı kurdurttu. Diğer bir diyaspora girişimi ise, Yahudileri, tarihlerinin en zirve noktasına taşıdı.

Sömürgeciler, sömürdükleri ülkeleri terkettiler; ama yerlerine, sömürge elitleri / aydınları diyebileceğimiz, kafaları sömürgeleşmiş kadrolar yerleşti/rdiler; bu kadrolar, sosyalizm, milliyetçilik, liberalizm gibi sekülerleştirici / zihnen sömürgeleştirici projeleri uyguladılar.

Bu seküler projeler, kısmen başarılı oldu; ama büyük ölçüde fiyaskoyla sonuçlandı: Özellikle İslâm dünyasını yönetilemez hâle getirdi; kültürel, entelektüel ve doğal kaynaklarını tarumar etti.

O yüzden, 25 yıldan bu yana İslâmcılık söylemleri, hızla güçlendi. Ama bu, seküler, dolayısıyla zihnen sömürgeleşmiş elitlerin Müslüman toplumlara ve elitlere uyguladıkları baskıcı, türlü faili cinayetlerden oluşan, terör havası estirici, kendi kendini sömürgeleştirici politikalar, bu baskılara en fazla maruz kalan bu kesimlerin elitlerinin ve aydınlarının ülkelerini terketmek zorunda kalmalarıyla sonuçlandı.

Sömürgeciler ve yerli işbirlikçileri, zaman zaman, Batı'ya zorunlu olarak hicret etmek zorunda olan aydınların peşini bırakmadılar. Örneğin, rahmetli Ali Şeriati'nin Londra'da en verimli çağında -daha 40 yaşına bile varmadan- hunharca katledilmesi, bunun en iğrenç örneklerinden biridir.

Türkiye, Batılılar tarafından sömürgeleştirilemedi; ama kendi kendini sömürgeleştirme aymazlığı gösteren tek ülke olarak tarihe geçti. O yüzden Türkiye'nin diyasporası olmadı, başörtüsü yasağı tam bir gavur zulmüne dönüşünceye kadar.

Türkiye'de, Batılı sömürgecilerin yapmaya bile cesaret edemeyecekleri zulümler, İslâmî hayat tarzına ve İslâmî dünya görüşüne karşı yapıldı: Bu millet Müslüman olduğundan bu yana başörtüsü zulmü gibi bir zulüm görmedi. Mesele bez parçasının yasaklanması değil; İslâm'ın bu toplumun siyasî, kültürel, entellektüel, sanatsal, toplumsal, ekonomik ve askerî hayatında yeniden belirleyici, tarih ve medeniyet kurucu bir konuma gelmesinin engellenmesidir.

İslâm'ın hayatımızdan topyekûn uzaklaştırılması aymazlığının, sekülerleşen, dolayısıyla zihnen, hayat tarzı bakımından sömürgeleşen yerli figüranlar tarafından yapılması, Türkiye için yüzkarasıdır. Hiç bir ülkede din, bu kadar şeytanlaştırılmamış; hiç bir ülkede Kur'ân, Müslüman çocuklara 12-15 yaşına gelinceye kadar yasaklanmamış; hiç bir ülkede, İslâm kültürü, sanatı, düşüncesi ve tarihi bu kadar eğitim sisteminden kaldırılıp atılmamıştır. Türkiye'nin felâketi budur.

Başörtüsü zulmü sonunda bir başörtüsü diyasporası üretti: Amerika'da İslâmî hassasiyetlerini ve iddialarını koruyan, içten içe besleyen, büyüten, yeşerten; iyi yetişmiş bir başörtülüler diyasporasıyla karşılaştım.

Başörtüsü diyasporası, yalnızca Amerika'da değil; Kanada'da, Avustralya'da ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde de mevcut. İyi eğitim alan, birinci sınıf bir başörtülü sosyal bilimciler, mimarlar, iletişimciler, mühendisler, doktorlar kuşağı geliyor. Başörtüsü meselesi, bu ülkede, yarım asırdır bu topluma büyük zulümler yaşattı; onbinlerce genç insanın hayatını söndürdü; ama demek ki, bizim hayır bildiğimiz şey'de, şer olabilirmiş; şer bildiğimiz şey'de de, hayır olabilirmiş.

Benim başörtüsü diyasporasının aktörlerine önerim; aslâ hemen Türkiye'ye dönmemeleri; yaşadıkları ülkelerde, özellikle de Amerika'da belli bir entellektüel, finansal, toplumsal ve siyasî bir güç oluşturacak kadar yaşamaları ve yerleşmeleridir.

Salı günkü yazıda, “Müslüman diyasporası, neden Amerika'ya ve Avrupa'ya yerleşmeli; orada neler yap/ıl/abilir ve diyasporada yapılanlar, bir 50 yıl sonra, bize ne tür imkânlar sunabilir?” sorularının cevaplarını araştıracağım.