Angela Merkel hâlâ Almanya’nın şansölyesi fakat onun selefinin etkisi yükselişte. Bunu Schröderizm diye adlandıralım: Almanya’nın alın yazısının Rusya ile “özel bir ilişkiye” sahip olmak olduğu ve Rusya’nın hareketlerine bakmaksızın bunu korumak için yapılabilecek her şeyi yapma fikri. Gerhard Schröder 1998-2005 yılları arasında Alman Şansölyesi olarak Berlin ve Moskova arasında uyumlu bir partnerliği geliştirmek için her şeyi yapmaya hazır bir görüntü verdi. Ayrıca kendisini kamuya “kusursuz bir demokrat” olarak tanıttığı ve Çeçenistan’da sürdürdüğü vahşi savaşı önemsemediği Vladimir Putin ile olan kişisel dostluğunu da…

Schröder, kişisel olarak Putin ile sürdürdüğü bu yakın ilişkiden kazanım sağladı. Görevi bırakmadan kısa süre önce, Almanya ve Rusya; Rusya’dan başlayıp Baltık Denizi üzerinden Almanya’ya varan bir gaz borusu projesi olan Kuzey Akımı’nın inşası için bir anlaşma imzaladı. Sadece iki ay sonra, devlet şirketi olan Gazprom’un çoğunluk payo elinde tuttuğu boru hattını inşa eden konsorsiyumun başkanı olarak atandı.

Fakat Almanya’nın Rusya ile olan ilişkisi, Molotov-Ribbentrop Paktı’nın ve savaş zamanı yapılan işgalin anılarının uyandığı Polonya ve Baltık ülkelerinde belli endişelere yol açtı. Orta ve Doğu Avrupa’nın çoğu, Avrupa’nın Rus gazına olan bağımlılığının artmasıyla Almanya’nın Rus baskısı karşısındaki zaafiyetinin artacağı korkusunu taşıdı. Bunun için ABD, Schröderism’in Batı birlikteliğine tehdit olmasından endişeliydi.  

Merkel 2005’te şansölyeliği aldıktan sonra Schröder’in yaklaşımını sürdüreceği izlenimini verdi. Her ne kadar Putin ile Schröder kadar iyi anlaşmasa ve Rusya’ya olan yaklaşımında Schröder’e göre daha dikkatli olsa da Kuzey Akımı için bastırdı, NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelikleri ile genişlemesine karşı durdu ve Rusya ile “modernizasyon için partnerliği” gözetti.

En geç 2014 yazına kadar her şey değişti. Alman yetkililer ve düşünce kuruluşu uzmanları, Schröderizm döneminin bittiği yönünde ısrar ettiler. Rusya’nın Kırım’ı ilhaki sonrasında Merkel, Almanya’ya olan maliyetine rağmen, Rusya’ya karşı yeni, sert tavırlar alınmasında ve ekonomik yaptırımların uygulanmasında Avrupa Birliği’ne öncülük etti. Daha önceleri “özel ilişkiyi” destekleyen Alman iş dünyası dahi Merkel’in yaklaşımının arkasında durdu.

Almanya’nın Batılı müttefikleri sonunda Schröderism döneminin bittiğine inanmaya hazır göründüler. Almanya’nın “çevreleme politikası” için yeterli dayanıklılığı olup olmadığı merakını sesli dile getirenlere –benim gibi- Ukrayna krizi sonrasında Berlin’de gerçekleşen “jeopolitik uyanışı” anlamadıkları söylendi. Kısaca, geriye dönüş yoktu.

Ancak kısa bir süre ortadan kaybolsa da Schröderizm geri dönmüşe benziyor.

Sosyal Demokrat Parti Lideri ve Ekonomi Bakanı Sigmar Gabriel –Schröder’in çırağı- Rusya’ya uygulanan yaptırımların kaldırılmasının zamanı geldiğini ve orijinal Kuzey Akımı boru hattının kapasitesini yükseltecek olan Kuzey Akımı 2 Projesi için şiddetle bastırılması gerektiğini söyledi. Geçen Ekim’de Putin’i Moskova’da ziyaret etti –bu ziyaret Die Welt Gazetesi’ni Gabriel’in “Schröder’i oynadığını” söylemeye sevk etti- ve önceki hafta kararlaştırılan bir diğer ziyareti iptal etti.

Schröder Aşağı Saksonya’nın başbakanı iken onun için çalışan ve daha sonra 1998-2005 arası “kırmızı-yeşil” hükümette kurmay başkanı olan, Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier de Moskova’ya yönelik uzlaşmacı adımlar attı. Geçen ayki bir görüş yazısında Steinmeier, NATO’nun Polonya ve Baltık ülkelerindeki uygulamalarını (Almanya’nın da bizzat katıldığı…) “savaş tehdidi” diyerek eleştirdi. Bu tam da Schröder’in söyleyebileceği tarzda bir şeydi. Aslında Steinmeier’in görüş yazısından bir gün önce yayımlanan bir röportajda Schröder, Almanya’nın bu uygulamalara katılımına dair benzer eleştiriler yapmış ve “yeni bir silahlanma yarışına” katkıda bulundukları yönünde uyarı yapmıştı. Rusya Avam Kamarası Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Alexei Pushkov, Steinmeier’i “haklı bir ses” olarak nitelendirdi.

Sonuç olarak, tartışmalı bir soru olan Almanya’nın Rusya ile ilişkileri meselesine Brookings Enstitüsü’nden Constanze Stelzenmüller gibi analistler bittiğini öne sürerek cevap vermiş olsa da ilişkiler tekrar başlamışa benziyor. Avrupa’nın her yerinde, bilhassa da birçok kişinin Rusya tarafından tehdit altında olduğunu hissettiği ve Almanya’ya bir müttefik olarak dayanıp dayanamayacaklarını merak ettiği Baltık ülkeleri ve Polonya’da endişe mevcut. Almanya’da 2015 ilkbaharında yapılan Pew anketine göre Rusya’nın bir NATO müttefikine saldırması durumunda Almanya’nın savunma için askeri güç kullanması gerektiğini düşünen katılımcıların oranı sadece yüzde 38.

Şimdiye dek Schröderism’in dönüşü daha çok Gabriel ve Steinmeier gibi Sosyal Demokrat Partilileri sınırladı. Merkel, askeri aygıtların kullanılmasına direnirken (örneğin 2014’te Galler’de yapılan NATO zirvesinden önce kendisi Polonya ve Baltık ülkelerinde kalıcı bir askeri varlığa karşı durdu ve açıkça Ukrayna’ya askeri yardım yapılmasını kabul etmedi) çevreleme politikasının ekonomik anlamda yapılması konusunda kararlı biri duruş sergiledi. Merkel ancak Moskova ve Kiev’in Ukrayna’nın doğusundaki askeri birlikleri ve teçhizatı geri çekmesini öngören Minsk Anlaşması’nın uygulamaya geçmesi durumunda ekonomik yaptırımların hafifletilebileceği hususunda ısrara devam ediyor. Geçen ay AB, yaptırımların Ocak 2017’ye kadar uzatılması üzerinde anlaştı.

Öte yandan Alman dışişleri politikasında sıklıkla görüldüğü gibi bir kimse hiçbir zaman, aynı hükümet içerisindeki farklı pozisyonların ne boyutta hakiki bir görüş ayrılığına yansıyacağını ve ne boyutta iyi-kötü polis oynandığını pek bilmez. Spiegel’in birkaç hafta önce yazdığı kadarıyla yönetimin pozisyonu kayıyor ve perde arkasında Alman yetkililer adım adım yaptırımları hafifletmeyi planlıyor. Her durumda, Merkel sonsuza kadar buralarda olmayacak.

Schröderism’in dönüyor olma sebeplerinden biri de Eylül 2017’de yapılacak olan genel seçimler. Üç seçim dönemi içerisinde ikinci kez Sosyal Demokratlar, Merkel’in Hristiyan Demokratları’nın büyük koalisyonunda küçük partner. Son büyük koalisyondan sonra seçmenlerce cezalandırıldılar ve 2009 seçimlerinde yüzde 23 oy oranına düştüler. Bir başka fiyaskodan kaçınmak için kendilerini Hristiyan Demokratlar’dan farklılaştırmaları gerektiklerini biliyorlar ve Rusya politikası bunu yapmanın yollarından biri. Özellikle kendilerini “barış” partisi olarak sunup Rusya’ya daha uzlaşmacı bir tavrı tartışmaları, daha önceleri Sovyetler’in müttefiği olan Doğu Almanya’yı oluşturan beş eyalette oyları kazanmalarını sağlayabilir; Schröder’in 2002’deki seçimlerde Irak Savaşı’na muhalefeti gibi.

Almanlar arasında Schröderism’e dönme eğiliminin daha derin sebeplerinden biri, bunun Ostpolitik’in -1970’lerde Şansölye Willy Brandt’ın iktidarında Sovyetler Birliği’ne yönelik takip edilen yaklaşım- devamı olduğunu düşünmeleri. Kararlı ve göze çarpar biçimde Batı Almanya’nın Soğuk Savaş’ın bitmesi için bir katkısı olan Ostpolitik uzun süre savaş sonrası Almanya dış politikasının büyük başarılarından biri olarak görüldü. Bu politika, diyalog ve işbirliğinin her zaman caydırma ve çatışmaya tercih edilir olduğunu öğrenmiş gözüken Alman dış politikasındaki müesses nizam için bir nevi model oldu. Bunun etkisi bilhassa Brandt’ın partisi Sosyal Demokratlar arasında güçlü. Schröder de yakınlardaki bir röportajda “Willy Brandt’ın Ostpolitik’inin zayi edilmesine izin veremeyiz.” dedi.

Öte yandan –her yerde tartıştığım gibi- bu yaklaşım Ostpolitik’in yanlış anlaşılmasından ileri geliyor. Bu politika, ona başvuranların farkında olduğundan çok daha incelikliydi. Bunun amacı hiçbir zaman Sovyetler Birliğini dönüştürmek olmadı. Ostpolitik’in mimarı Egon Bahr (Ağustos 2015’te vefat etti) Haziran 2013’te, Berlin’de bana “Moskova’ya komunistleri demokratlara çevirmek için gitmedim” dedi. Bilakis, onun Bavyera, Tutzing’de 1963 yılında yaptığı meşhur konuşmada ilk kez açıkladığı gibi, hedef sırayla atılacak “küçük adımlarla” Almanya’nın tekrar birleşmesini sağlamaktı. Bahr’ın “tekrar yakınlaşmak suretiyle değişim” derken aklındaki “değişim” Doğu ve Batı Almanya arasındaydı, Sovyetler Birliği ile değil. Dahası Ostpolitik, Schröder’den beri hükümetlerin yürüttüğü bağlamdan tamamıyla farklı bir şekilde anlaşılıyor. 1970’lerde yumuşama dönemi başlamadan önce Soğuk Savaş’ın iki bloğu arasında az miktarda ticaret mevcuttu. Sovyetler Birliği’nin çaresiz bir şekilde tedavüldeki paraya ihtiyacı vardı. Bu sebeple genel olarak Batı ve ABD, spesifik olarak Batı Almanya, ticaretin açılmasını bir kaldıraç olarak kullandı; bir başka deyişle ticaret, güvenlik ve insan hakları gibi diğer alanlardaki tavizleri sağlama almak için kullanılabildi. Fakat bugünkü durum epey farklı.

Her ne kadar Schröderciler Ostpolitik’i ansa da Rusya’ya karşı savundukları yaklaşım gerçekte Brandt yönetimindeki Batı Almanya’nınkinden çok farklı (ayrıca Ukrayna krizi sonrasında sona gelmiş gibi duruyor). Geçmişte Alman diplomatlar “tekrar yakınlaşmak suretiyle değişim” derken “ticaret yoluyla değişim”den bahsediyorlardı. Dahası ticari ilişkileri insan hakları gibi diğer alanlardaki tavizleri sağlama almak için bir kaldıraç olarak kullanmak yerine, ticareti kendi iyilkleri için istiyorlar. Schröderciler özellikle, ticaretin orta sınıfa ve bunun karşılığında da demokrasiye öncülük ettiğini iddia ediyorlar. Umut ettikleri –umuttan biraz da fazlası- ticaretin bizatihi dönüştürücü olduğu ve iş yapmakla iyiyi yapmak arasında mükemmel bir simbiyoz olduğudur.

Kimse, Schröder iktidarındaki Almanya’nın politikasına tamamen geri dönülmesini mümkün görmüyor. Bazıları için – “yumuşak” Schröderciler denebilir- bu sadece bir tür diyalog sürdürme meselesi, örneğin NATO-Rusya Konseyi. Ama çoğu için Rusya ile ilişkileri “normalleştirmek” hemen gerçekleşemese de uzun vadeli hedef olarak sürüyor. Bir başka deyişle, Schrödercilerin aklındaki “değişim” artık Ukrayna krizi öncesinde düşünüldüğü gibi Rusya’nın dönüşmesi bile değil, sadece Almanya ve Rusya’nın ilişkilerinde bir değişim. Esasında bazı Schröderciler Kuzey Akımı 2 gibi girişimleri neredeyse Ostpolitik’teki uzun vadeli hedeflere giden küçük adımlara” eşdeğer; bu durumda da eski güzel günlere dönüş gibi görüyorlar.

Almanya’da halihazırda Schrödercilerin ne denli güce sahip oldukları henüz net değil. Her halükarda ABD’nin Almanya’nın AB’de sahip olduğu ağırlık göz önüne alındığında onunla çalışmaktan başka seçeneği yok ki İngiltere’nin ayrılık kararından sonrasında bu ağırlık arttı. Fakat her ne kadar Ukrayna krizinden beri Almanya’nın Rusya politikasında tekrar düşünüldüğüne şüphe olmasa da bu politika şimdi geçtiğimiz yıldan veya daha öncesinden biraz daha az kati duruyor.

Steinmeier gibi Sosyal Demokratlar mevcut durumda Almanya’nın Rusya ile daha fazla “stratejik bir işbirliğine” sahip olamayacağını kabullendi. Fakat krizden önce böyle bir ilişki gözetmenin bir hata olduğunu henüz itiraf etmediler. Bir başka deyişle, ille de Schröderciliğin doğuştan defolu olduğunu inanmıyorlar, bu yaklaşım sadece Rus revizyonizmine cevap olarak bir süre beklemede tutulmalıydı. Yani taktiksel bir ara olarak pek de “jeopolitik bir uyanış” değil.

*İngilizce orijinal metinde “Bromance” tabiri kullanılıyor ve bunun tam manası iki erkek arkadaşın birbirine çok yakınlık duymasıdır

Kaynak: Hans Kundnani/ Foreign Policy
Dünya Bülteni için tercüme eden Deniz Baran