ABD Başkanı Barack Obama bu ay İtalyan gazetesi Corriere della Sera’yla yaptığı söyleşide, AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul etmek konusunda süregiden isteksizliğinin Türk liderliğini ‘başka ittifaklar aramaya’ ve Ortadoğu’daki diğer Müslüman ülkelerle daha yakın ilişkiler kurmaya ittiğini öne sürdü. Bu yorumlar, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in geçen ay Ankara’nın Batı’dan uzaklaşmasından dolayı Avrupa’yı suçlayan sözlerinin de bir yankısı gibiydi.

Her ikisi de yanılıyor. Hem Türkiye’nin tutumuna dair analizlerinde, hem de açıklamalarının işaret ettiği siyasi reçetelerde yanılıyorlar.

Türkiye’yi tam olarak kavrayıp anlamak bu yönetim için hayati önem taşıyor ve Avrupa’yı suçlamak durumu aşırı derecede indirgediği gibi,  istenmeyen sonuçlara yol açabilir.

Sağlıksız ve kibirli
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve daha düşük çapta Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliği hevesinin üzerine soğuk su döktüğü doğru. Bu kısmen Türkiye’nin bölünmüş Kıbrıs’la ilgili meseleleri çözememesinden kaynaklanıyor. Fakat herhalükârda, Türkiye’nin AB üyeliği en az 20 yıl uzakta ve AB’nin süregiden reddiyeciliği Türkiye’nin Avrupa ve Batı’ya yönelik giderek karışık bir hal alan yaklaşımının tek açıklaması değil. Tayyip Erdoğan liderliğindeki mevcut AKP hükümeti, AB üyeliği yakında olsaydı bile aynı şekilde davranırdı.

Türkiye hükümetinin Batılı olmayan yönetimlere yönelik artan yakınlaşma girişimlerinin arkasında kısmen, dünya sahnesinde önem taşıdığına dair aşırı kabaran bir hissiyat yatıyor. Türk liderler ülkelerinin önde gelen dünya güçleri arasında olması gerektiğine inanıyor; ülkenin stratejik konumunun, ekonomik gücünün, Müslüman dünyayla tarihsel bağlarının ve kültürel yakınlığının, Ankara’nın önemini daha da artırmayı hedefleyen hareketli bir dış politikayı destekleyecek unsurlar olduğunu düşünüyorlar. Sağlıksız bir kibir dozuyla ağırlaşan bu heves, yeni dış politikanın iki motorundan biri.

İkinci motorsa Türkiye’nin ticari hedefleri. Güçlü bir ihracat hamlesi ve yabancı yatırıma yönelik iştah büyümeyi ateşlemiş ve Türkiye’yi dünyanın 16. büyük ekonomisi haline getirmiş durumda. Obama’nın da kabul ettiği üzere, ticari faydalar Türkleri, BM Güvenlik Konseyi’ndeki yaptırım oylamasında Tahran’dan yana, ABD’ye karşı saf tutmaya yönelten faktörlerden biriydi. Türkiye ürünleri için sürekli yeni pazarlar arıyor ve Ortadoğu politikası, yeni fırsatların açılıp var olanların pekişmesine yardımcı oluyor.

Mesele AB’ye geldiğinde, Türkiye’nin kısa zaman içinde muhtemelen ortadan kalkmayacak ve AB üyeliğinde ilerlemenin başlıca manileri olmayı sürdürecek iki temel ve zor sorunu var. İlki Kürt sorunu. Türkiye Kürt azınlığıyla ilgili derin bir bölünme yaşıyor ve PKK’nın 26 yıllık isyanı bastırılmanın çok uzağında. İktidardaki AKP’nin geçen yıl Kürtlerle barışmak yönünde ılımlı öneriler ortaya koyması takdire şayandı, fakat parti çok çabuk geri adım attı. Bunun sonucunda, birçok kenti içine çekme tehlikesi taşıyan bir şiddet patlaması hiç olmadığı kadar yüksek bir ihtimal. Kürt sorununu askeri yollardan çözmek mümkün değil; bunun için çok daha geniş kültürel özgürlüğe imkân veren siyasi bir yaklaşım gerekecek.

İkinci sorun şu: Türkiye yasalarla yönetilen bir ülke olmasına rağmen, hukukun üstünlüğünü sağlamış değil. Askeri cuntanın yazdığı 1982 anayasının amacı vatandaşları devletten değil, devleti vatandaşlarından korumak. Hukukun uygulanması keyfi ve devletin istediğine istediği zaman eziyet etmesine imkân veriyor. Bu durum AKP döneminde de zerre kadar değişmiş değil.

Her iki engelin de aşılması yıllar, hatta on yıllar alacak. Bu yüzden Avrupa’yı Türkiye’yle ilgili sorunlardan dolayı suçlamak adil değil ve Avrupalıları lüzumsuz yere soğutuyor. Avrupa’nın Türkiye’yi kendisinden uzaklaştırdığı 1990’larda, Avrupalılara Türkiye konusunda baskı yapmanın ABD için bir manası vardı. Ancak şimdi, Türkiye’nin AB üyeliği süreci başlamış durumda. ABD’nin mevcut söylemi ve Türkiye’nin iç meselelerine dair sessizliği, Türk liderleri reform ve AB üyeliği için çekilmesi gereken sancılar konusunda kendi halkına karşı dürüst olma yükünden kurtarıyor.
Bu Türkiye’ye iyilik etmek değil; tam tersine, Türkiye’yle AB arasındaki mesafeyi artırıyor.

ABD demokrasiyi teşvik etmeli
Daha akılcı bir Amerikan politikası, Türklere reform baskısı yapmaya odaklanmak olurdu. Ankara reformları ne kadar hızlı hayata geçirirse, AB üyeliğine o kadar yaklaşır. Ve eğer Türkiye’nin AB üyeliği ABD’nin çıkarınaysa, Washington’ın bu ülkeye karşı, içerdeki kaygılarına da dikkat gösteren daha kapsamlı bir yaklaşım geliştirmesi gerekiyor.

ABD, Türk ve Avrupalı değişim yanlılarının safında yer almalı, Türkiye’nin daha hoşgörülü ve demokratik bir topluma dönüşmesine yardımcı olmalı. AB üyeliği ancak bundan sonra muhtemel hale gelir. (Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nda misafir üye, Lehigh Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü, 20 Temmuz 2010)

Kaynak: Radikal