Obama yönetiminin ekseni Pasifik’e çevirdiğini geçen Kasım ayında Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ilan etmiş daha sonra bizzat başkan tarafından da tekrarlamıştı. Washington’ın ülke ekonomisine odaklanması gerektiği bir zamanda yine emperyal temayüller gösteriyormuş gibi görünebilir bu. Ancak eksen değişimi neredeyse kaçınılmazdı.
Berlin Duvarı 1989’da Komünizmin Avrupa’da mağlup olduğunun işaretini vererek yıkıldığında güvenlik uzmanları diplomatik ve askeri enerjinin Pasifik bölgesine kaydırılmasından bahsediyorlardı. Fakat 1990’da Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali on yıl boyunca Ortadoğu’yla meşgul olunmasına, Amerikan ordusunun 1991’de Irak’ta kara savaşına girmesine, donanma ve hava kuvvetlerinin yıllarca uçuşa yasak bölge uygulamasına yol açtı. Ardından 11 Eylül geldi ve Bush yönetimi tepki olarak Afganistan ve ırak savaşlarını başlattı. Her iki çatışmanın en nihayet sona ereceği ufukta gözükürken, ABD tarihteki diğer kara savaşlarının zararlı etkileriyle baş etmek için yaptığı üzere yarı tecritçi bir yola girecek yerde odak noktasını küresel ekonominin coğrafi kalbine, Hint ve Pasifik okyanuslarına kaydırma teşebbüsüne giriyor.
Hint Okyanusu dünya enerji sevkiyatının kavşağıdır; Arap Yarımadası ve İran Platosunun ham petrol ve doğalgazı Doğu Asya’nın filizlenen orta sınıf kentlerine buradan geçerek ulaşmaktadır. Jet ve bilgi çağında yaşıyor olsak da tüm ticari malların yüzde 90’nı bir kıtadan diğerine gemilerle ulaşır ve bu malların yük bakımından yarısı da (parasal değer bakımından üçte biri) Hint Okyanusunu Batı Pasifikle bağlayan Güney Çin Denizi’nden geçer. Dahası, enerji zengini olduğu düşünülen Güney Çin Denizinde uluslararası deniz yolları kesiştiği için dünya ticaret ağının merkezidir de. Bu deniz yollarının güvenliğini sağlayan ise başka bir kurumdan ziyade ABD donanması ve hava kuvvetleridir ki Soğuk Savaş sonrası küreselleşmeye imkân tanıyan ilk elde budur. ABD’nin dünyaya sunduğu gerçek kamu yararı da budur.
Fakat ABD karşısında bir meydan okuma gelişiyor şu an: Toplam gücünün gösterdiği üzere Çin. Çin, Güney Çin Denizine ve çevresine yakındır; (bizzat Çin’deki ekonomik sorunlara rağmen) ekonomik ağırlığı var ve böylelikle kıyı uluslarının çoğunun ikinci büyük ticari ortağıdır; denizaltı filolarını genişletmektedir. Pekin akıllık ediyor ve savunma inşası için denizaltılara, balistik füzelere, uzay savaşlarına ve siber savaşlara yatırım yapıyor. Çin’in ABD’yle savaşa girişme niyeti yok fakat kriz anında, ABD’nin Güney Çin Denizine ve Asya denizlerine erişimini engelleme arayışına girer. Seyahatlerim sırasında gördüğüm ki Güneydoğu Asya’da Finlandiyalaşma teriminin kullanılmasına yol açmış bu; Çin, ekonomik ve askeri gücü sayesinde ABD müttefiki Vietnam, Malezya, Filipinler ve Singapur gibi ülkelerin egemenliğini baltalayacaktır.
Çin’in en büyük hedefi, Vietnamdır; Vietnam kıyıları, Güney Çin Denizi’nin batı kesimlerini kaplamaktadır ve ekonomik bakımdan 87 milyonluk dinamik nüfusu bu ülkeyi geleceğin Türkiye’si - orta çapta bir güçtür – yapmaktadır. Washington’ın Hanoi’ye ilgisinin ve askeri varlığının artışını da açıklar bu. Vietnam ve diğer kıyısı olan ülkeler Güney Çin Denizi’nde hak iddia ederlerken Çin de neredeyse tüm bir Güney Çin Denizini kuşatan “tarihi” dokuz hatta atıf yapmaktadır.
Pekin’deki devlet ve siyaset seçkinleri dokuz hattan bahsederken paylaşmak için uzlaşmaya ihtiyaç olduğunu takdir etmiş oluyorlar ancak Çin’deki ulusçu unsurlar buna izin vermeyeceklerdir. En azından şu an. Çinliler Güney Çin Denizi’ndeki iddiaları ile 19.yy ve 20’nci yüzyıl başlarında Batının Çin’de yaptığı toprak talanını birbirinden ayırmaya psikolojik olarak müsait değiller. Çinli yetkililere göre Güney Çin Denizi ülkenin mavi renkli topraklarıdır.
Amerikan diplomasisi bu konularda yıllardır faal elbette ama Amerikalı diplomatlar gelecekte sağlam bir askeri varlık olmaksızın itibar görmeyeceklerdir. Eksen değişimi işte bununla ilgili: ABD, ona ihtiyacı olduğu vakit Asya denizlerini terk etmeye niyetli değil. Bir Güney Çin Denizi ülkesinin diplomatı bana şunu söylemişti: Şayet ABD bir uçak gemisini bölgeden çekse oyun değişir, bölge Finlandiyalaşmaya başlar.
Ayrıca Çin, Malakka Boğazının öteki yakasında, Burma’da, Sri Lanka’da, Bangladeş, Pakistan ve Kenya’da, Hint Okyanusu boyunca gelişmiş liman tesisleri inşasına yardım ediyor. Bu projelerin Çin şirketlerinin güttüğü ticari amaçları var; Pakistan’da Gwadar limanında olduğu gibi bazı hallerde siyasi istikrarsızlık yaşayan bölgelerin tam ortasında yer alıyorlar ve kullanımları sorunlu oluyor. Fakat spekülatif, ticari ve siyasi teşebbüsler olarak çoğu imparatorluk işe böyle başlamıştır. Akdeniz’deki Venedikliler, Adriyatik kıyılarındaki korsanları bastırmak için yola koyulmuşlardı; Çin savaş gemileri de Afrika boynuzunda benzer şeyi yapıyor. İngiltere ve Hollanda’nın Hindistan şirketleri ilk başlarda saf ticari teşebbüslerdi ve sonra dört başı mamur emperyal topraklara döndüler.
Çin’de derin bir sosyo-ekonomik kriz – olmaz denilemez asla - emperyal yükselişi yavaşlatma etkisi gösterebilir. Fakat bu halen yaşanmadı ve bu esnada, ABD, Çin’in artan askeri ve ticari yeteneklerine tepki vermeye zorlanıyor.
Ancak Amerikan politikasının odağının değişmesi, Çin’in kelimesi kelimesine kuşatılması değildir. Kuşatma, bir Soğuk Savaş kelimesidir ve ABD’nin tek boyutlu, hasım bir ilişkide olduğu Sovyetler Birliğine karşı zemin tutmakla ilgiliydi. Pekin’deki onbinlerce Amerikalı öğrenci ve şirket yöneticisi ABD-Çin arasındaki zengin, çok boyutlu ilişkileri ispatlamaktadır. Çin, Sovyetler Birliği’nden çok daha özgür bir ülkedir ve üstünkörü bir şekilde Çin bir demokrasi değildir demek Çin’in yükselişini büsbütün ıskalamaktadır.
Çin, dinamik bir toplumdur ve tıpkı ABD’nin Atlantik’te ve İç Savaş sonrasında Karayiplerde varlığını artırması gibi Hint-Pasifik bölgesindeki askeri ve ekonomik erişimini doğal olarak artırmaktadır. Fakat yeni bir büyük gücün yükselişi yönetilmeye muhtaçtır hassaten de başka deniz gücü yükselişleri ona eşlik ettiği için: Hindistan, Vietnam, Malezya, Singapur ve Avustralya denizi güçlerini artmakta, Japonya ve Güney Kore deniz ve hava kuvvetlerini son teknoloji savaş sistemleriyle donatmaktadır. Hataya mahal yok, Hint-Pasifik bölgesi, bölge deniz yollarının güvenliğini karmaşıklaştıracak bir silahlanma yarışının ortasındadır.
ABD, yönünü Hint-Pasifik bölgesine dönmemiş olsa, mevcut çokkutuplu ekonomik ve siyasi düzenden doğan çokkutuplu askeri düzeni tehlikeye atmış olurdu. Çokkutuplu askeri düzenler tekkutuplu veya ikikutuplu düzenlere nispetle daha az istikrarlıdır çünkü etkileşim noktaları çoktur; her devlet güç dengesini kendi lehine ayarlamak istediği için yanlış hesap ihtimalleri artar. Hint-Pasifik bölgesindeki Amerikan askeri gücüne sırf Çin’in yükselişinin barışçıl olmasını sağlamak için değil sanayi ötesi yerli sivil-askeri komplekslerin artışına şahit olan bu bölgeyi istikrara kavuşturmak için de ihtiyaç vardır.
Amerikan gücü azalacak olsa Çin, Hindistan ve diğer güçler birbirlerine karşı şu an olduğundan daha saldırgan davranırlardı; bugün ABD donanmasının ve hava kuvvetlerinin sağladığı güvenli deniz yollarından hepsi de faydalanmaktadırlar.
Clinton’ın Burma’ya yönelik diplomatik girişimi ve Barack Obama’nın 2.500 donanma askerini Avustralya’ya kaydırma planı, ABD gücünü siyasi ve askeri bakımdan Hint-Pasifik bölgesine dağıtma çabasının sembolüdür. Burma, Clinton şu an yaptıklarını yapmamış olsa Pekin’in uydusu olmayı sürdürebilir. 23 milyon nüfuslu Avustralya gelecek yirmi yıl zarfında denizaltılara, savaş uçaklarına ve diğer savaş araç-gereçlerine 279 milyar dolar harcayacak. Bu militarizm değildir; Hint-Pasifik okyanuslarının birleştiği yerde yaşayan bir ulusun hızla değişen güç dinamikleri karşısında kendi savunması adına verdiği makul bir tepkidir. Avustralya, 21.yüzyılda ABD’nin Anglo-Sakson dünyasındaki başlıca müttefiki haline bile gelebilir; 20.yüzyılın başlıca müttefiki ise şu an savunma bütçesi düşüş kaydeden İngiltere idi.
Eksen değişimi şimdilik bir emeldir, bildiri değil zira Ortadoğu’daki olayların Amerikalı yetkililere enerji ve kaynakları başka yere kaydırma lüksünü vereceği farzedilmektedir. Fakat Ortadoğu’daki olaylar böyle bir izin vermeyecek. ABD, Ortadoğu topraklarına dahlinin artmasından sakınmak istiyorsa, tıpkı geçmişte başkan Nixon’ın Çin seyahatinin Asya politikası üzerindeki etkisi gibi gelecek yıllarda da Amerika’nın Asya politikasına gidişatını eksen değişiminin belirleyeceği umulabilir.
Kaynak: Stratfor
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı