AKP'nin kapatılması istemiyle açılan dava, Türkiye'nin siyasal ve ekonomik geleceğine ilişkin tartışmaların odağı haline gelmişti. Şu bir gerçek ki kapatılmama kararı bu odağı değiştirmediği gibi, daha da derinleşen bir tartışmanın başlangıcı oldu.   
 
Açılan dava nedeniyle kaybedilen zaman ile kararın içeriğinden doğan belirsizlik bir yana, AKP'nin kapatılmaması karşılığında ne yapması gerektiği konusunda geniş listeler oluşmaya başladı. AKP'nin bundan sonra yapacakları listesinin en başında ise, AB yolunda reformları yer aldı.

Bu noktada bir konuyu aydınlatmakta yarar var. AKP daha çok yaptıkları nedeniyle eleştiri okları alan bir parti oldu, yapmadıkları ya da yapamadıkları daha az dile getirildi. Bu çelişkili durum, bundan sonra atılacak her adımda kendisini gösterme ihtimali taşıyor. AKP'nin yapacağı her girişim Yüksek Yargı'nın siyaseten çizdiği sınır içine kalmaya zorlanıyor. Bununla birlikte, değişen Türkiye'nin farklı toplumsal kesimlerinden gelen talep, ülkenin önünü açacak, vatandaşların siyasal ve ekonomik yaşam kalitesini artıracak koşulların yaratılmasıyla ilgili. Bu talebin AB ile bütünleşme sürecinden karşılanması mümkün.

AB süreci mekanizması

AB ile bütünleşen ülkelerin bu süreci yaşarken nasıl davrandıklarına bakmak, önemli ipuçları verebilir. Diğer bir ifadeyle AB deyince Fransa, Almanya ya da İngiltere'ye bakmak yerine Polonya, Çek Cumhuriyeti ya da Slovenya gibi ülkelere bakmakta yarar var. Bu ülkelerde öncelikle AB yolunda ilerleme iradesini sağlam tutan siyasal partiler iktidara gelmişlerdi. Söz konusu partiler, seçmenlerine AB'yi hem bir kalkınma modeli, bir siyasal özgürleşme ve istikrar yolu hem de bir güvenlik alanı olarak tanıtmışlardı. Dolayısıyla bu ülkelerde AB, toplum nezdinde ekonomi ve siyaset ilişkisinin yanı sıra bir güvenlik mekanizması olarak değerlendirilmişti.

Ekonomik-siyasal yaşam kalitesiyle güvenlik arasındaki bağıntı, güvenlik meselelerinin sadece "sert" güvenlik olarak tarif edilen askerî önlemlerle sağlanamayacağı anlayışını ifade eder. Dolayısıyla toplumsal güvenlik ile ülke güvenliği özdeş biçimde algılanır. Bu durum, insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, azınlıkların korunması ve haklarının teminat altına alınması gibi unsurlarla bireyin ekonomik ve siyasal varlığını öne çıkararak onun istikrarsızlık yaratacak eylemlere başvurmasını engelleme amacı taşır. Ekonomik alanın şeffaflaştığı, "ekmek" mücadelesinin kuralları ve sınırlarının tanımlandığı, mali haksızlıkların en aza indirildiği ve geniş rekabet imkânı kazanıldığı bir ortamda bireylerin yasadışı kazanç yollarının azalacağı varsayılır. Benzer biçimde siyasal ve toplumsal alanda özgür olan, haklarının peşinden yasal ve meşru olarak koşabileceğini bilen bireylerin de yasa ya da meşruiyet dışı alanlarda kümeleşmeyecekleri varsayılır. Dolayısıyla AB sürecindeki ülkelerde iktidar, başkalarının, benzemeyenlerin, farklıların varlığını tanıyarak inşa olur.

AB'de kısmen mekanizma buna dayanıyor ve ekonomik-siyasal özgürlükler kurala bağlanıp yeniden düzenlenirken aynı zamanda bireylerin devlete olan güvenini de sağlıyor. Bu sistemdeki esas mesele birey olduğuna göre, AB'ye aday olan ülkelerdeki en önemli yeniden yapılanma süreci birey-devlet ilişkisinin düzenlenmesi haline geliyor. Bu durumda AB süreci, sadece iktidarda bulunan siyasal parti ya da partilerle ifade bulamayacak bir özellik ortaya koyuyor. Hükümetler, bir yandan AB standartlarına karşılık gelecek yapısal önlemleri alıyor, yasal düzenlemelerin meclislerden geçmesinde rol oynuyor, öte yandan bu reformların uygulayıcısı haline geliyor. Bununla birlikte reformların tek uygulayıcısı hükümetler olmuyor. Uygulamanın özneleri hem devletin tüm kurum ve kuruluşları hem de bireyler ve onların örgütlü yapıları. Dolayısıyla AB süreci bir toplumsal proje olarak görülüyor. Hükümetler, sürecin bir toplumsal proje olarak yaygınlaşmasında, reformlar yapılmasında rol oynuyor ve bunların toplumun farklı kesimleri tarafından onay alabilmesi için de olabildiğince geniş kesimlerle, sivil toplum kuruluşlarıyla, azınlıklarla birlikte faaliyet sürdürüyor.

AB'ye katılan eski Doğu Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi, bu sürecin en sıkıntılı ayağını ise "denetleme" oluşturuyor. Toplumda bir öz denetim ortaya çıkana kadar bu işin takipçileri hükümetlerle yargı oluyor. Bu iki kurum arasında bir zihniyet farklılaşması olunca da, bizdeki gibi oluyor.

"İç"selleşme

Kabaca çerçevesi bu biçimde çizilen üyelik sürecinin, her aday ülkede kendine özgü önceliklerden hareket edecek düzenlemeleri ifade ettiği söylenebilir. Kopenhag Kriterleri, üyelik koşulları, müzakere başlıkları tam da bu konulara işaret eder. Türkiye'de AB yoluna devam etme kararlılığı bulunuyor ise, muhtemelen bundan sonra yapılması gerekenlerin de saptanması gerekecek.

Bu çerçevedeki ilk girişimin anayasal ve yasal düzenlemeler olması beklenir. Türkiye'de gayet zor olan, sistemin farklılaşmasını ifade eden anayasal ve yasal düzenlemeler, bir bakıma parti kapatma davalarına kadar uzanacak bir dirençle karşılaştı. Bununla birlikte toplumsal yaşam biçimleri ve beklentilerin eldeki mevzuata sığmadığı bir gerçek; dolayısıyla anayasal ve yasal değişikliklerin değişen dünya ve Türkiye ile uyumlu olması kaçınılmaz bir zorunluluk. Bugün bu türden bir ihtiyacın olmadığı düşünülebilir, ancak sürdürülebilir yapılar ve idare edilebilir bir Türkiye bulmak ileride zor olur. Dolayısıyla devletin kurumları arasındaki ilişkileri ve yetkileri, devletin bireyle ilişkisi ve bireyin bireyle ilişkisinin yeniden düzenlenmesi kaçınılmaz. Söz konusu ilişkileri yeniden düzenleyen sivil bir anayasanın da ilgili taraflarla birlikte hazırlanması, böylece genel kabul görecek yeni bir "toplum sözleşmesi" tasarlanması beklenir.

Özgürlüklerin önünü açarken klasik-resmi ideolojinin kurallarına yeniden takılacak olan bu anayasa girişiminin geniş toplumsal desteği arkasına alması kolaylaştırıcı olabilir. Ardından, partiler yasası, seçim yasası, ceza yasası gibi demokratik zihniyet ve sistemle çelişen yasalarda değişiklik yapılması uygun olur. Bu yasal değişikliklerin özellikle mali şeffaflık, ekonomik denetleme meselelerine öncelik vermesi gerekir. Mali profili saydamlaşmayan hiçbir kurum, kuruluş ve bireyle demokratikleşmede yol alınamaz.

Anayasal ve yasal değişiklikler Türkiye için bir zorunluluk olmakla birlikte, kendi başına anlamlı bir sonuç doğurmaz. Türkiye'de trafik kuralları vardır, ama bu kurallara uymamanın kendisi bir toplumsal teamül haline gelmiştir. Dolayısıyla anayasal ve yasal değişiklikleri takip edecek ikinci aşama, bu üst yapının topluma değmesini sağlayan kurumlarda reform yapılması olabilir. Üniversitelerden Sayıştay'a, DSİ'den MTA'ya, akla gelebilecek hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarında yeniden düzenleme gerekir. Düzenlemenin özünü, şeffaflık, kişiler tarafından denetlenebilir ve yönetiminin paylaşılabilir olması oluşturur. Zor bir süreçtir bu, zira merkezî yapılanma içinden düzenlenmiş kurumlar mali ve siyasal küçük iktidar alanları yaratır ve bu durumun değişmesinden katiyen hoşnut olmayacak iktidar sahipleri bulunur. Çoğu zaman bu iktidar adacıkları birer "oy" potansiyeli haline gelir.

Ancak, vatandaşların doğrudan muhatap oldukları bu kurum ve kuruluşlara güvenin artması için, diğer bir ifadeyle toplumsal güvenliğe güvenin sağlanabilmesi için artık değişimden başka çare yok gibi. Hız yapan bir sürücüyü, karşıdan gelen bir aracın farlarıyla uyarıp ileride polis kontrolü olduğunu bildirmesi, tam da bu güvensizliğin ne kadar sürdürülebilir olmadığını gösterir. Sürücü, karşıdan gelenin kural ihlal etmesini, kaza riski taşımasını polise yakalanmasına tercih etmekte, kurumlardan bağımsız kendince bir imece yapmaktadır. Vatandaşın bizzat içinde yer aldığı kamusal kuruluşlar, vatandaşın dışında bir alana taşınmış! Dolayısıyla anayasal ve yasal değişimlerin bireye dokunduğu her yerdeki yabancılaşmanın, tamamen olmasa da, kalkması ve bireylerin kurum ve kuruluşların kendilerinin bir parçası olduğuna ikna olmaları gerekiyor.

İkinci aşamaya paralel son aşama ise, anayasal, yasal ve kurumsal dönüşümlerin fiili yaşamda uygulanabilir hale gelmesi olarak ifade edilebilir. Belki dönüşümdeki en zor aşamanın bu olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte Türkiye'deki oy davranışları, siyasal eğilimler ve toplumsal taleplere bakılırsa, tersini söylemek de mümkün. Artık Türkiye'de geniş kesimlerin daha özgür, daha demokratik ve daha refah ortamında yaşamanın kurallarından haberi var gibi gözüküyor. Mesele, bu yöndeki davranışların cezalandırıldığı bir toplumsal düzenlemeden aksi yöndeki faaliyetlerin cezalandırıldığı bir sisteme geçmekte.

Bu üç aşamada toparlanan konuların yeni bir Türkiye anlamına geldiği açık ve aslında AB üyesi olma yolunda devam edilecekse tam da böyle bir Türkiye olmak gerekiyor. AB süreci, bir dış politika değil iç politika meselesi olduğundan bakılacak yerin öncelikle evin içi olduğu söylenmeli. Bununla birlikte, "iç"in "dış"tan ayrı ele alınmasının imkânı bulunmuyor.

"Dış"sallaşma

Türkiye, dönüşüm sürecinde karşılaşacağı iç dirençlerinin bertarafındaki en önemli desteği, uluslararası alandan bulacak gibi.

Suriye ve Irak, hatta Kuzey Irak ile yeniden yapılandırılan bağlar, bu ülkelerin istikrarı ve uluslararası sisteme katılımları bakımından yaşamsal önemde. Türkiye'nin bu çerçevede oynadığı rol bugün için çok önemli olsa da, esas önemi potansiyel gelişmelerde gizli. Dünyanın yeniden şekillenmesi sırasında siyasal ve ekonomik istikrarı kurmayı başaran ülkeler, makbul ülkeler sıralamasında üst sıralarda yer alıyor, dolayısıyla Suriye, Ürdün, Irak, hatta İsrail, Gürcistan, Ukrayna ve Ermenistan ile bir dizi başka ülke bu yönde mücadeleler içinde. Türkiye bu ülkelerin "dış" ayağının kurulmasında bir tür garantör durumunda; Türkiye'nin bu garantörlüğünün tek garantisi de kendisinin demokratik-hukuk devleti olması. Demokratik hukuk devleti olan ve sürdürülebilir istikrarı temsil eden Türkiye'nin bir diğer var olma biçimi de, bu ülkeleri "Batı" ile buluşturmak; onun da garantisi Türkiye'nin AB yolunda kalması ve mümkünse ABD ile stratejik ilişkilerini sürdürmesi. Gayet tabii, bunun AB ile ABD'yi de normalleştirecek işlevi bulunuyor.

Tüm bu "dış" ilişkilerin önemli bir ayağını diplomasi oluştursa bile, günümüzdeki uluslararası ilişkiler ve AB mekanizmaları düşünüldüğünde yeterli olmadığı söylenebilir. Türkiye'nin yapısal, hukuksal ve işlevsel değişimlerinin her aşamasının, her toplumsal katman tarafından uluslararası alanda paylaşılması beklenir. AB dışındaki ülkelerle ilişkilerde "maça gitmek" gibi simgesel başlangıçlar kurulabilir, ekonomik ve mali ilişkiler kişiler düzeyinde geliştirilebilir, kültürel ve siyasal diyalog zeminleri genişletilebilir.

AB ile ilişkilerde ise bir yanda "resmi" boyuttaki ilişkiler ağı bulunsa da, artık sivil alandaki ilişkilerin geliştirilmesinin daha önemli olduğu bir aşamaya gelindiği söylenebilir. AB kamuoylarının Türk vatandaşlarına, Türk vatandaşlarının da Avrupalılara alışması için zaman gerekebilir. Bununla birlikte, ne kadar iç içe geçilebilirse o kadar az dışlayıcı olunması mümkün. Bu iç içe geçme sürecinin hem Türkiye'deki hem de Avrupa'daki demokrasi anlayışlarına, ayırımcılık sorunlarına katkı sağlayacağı ileri sürülebilir. Dolayısıyla hükümetlerin, bir yandan "resmî" ilişkileri sürdürürken, diğer yandan farklı toplumsal kesimlerin, çıkar gruplarının, baskı kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin, sendika ya da öğrenci kulüplerinin AB bağlarını geliştirmelerini teşvik edecek önlemler alması; ardından bu bağları kendi bağlarıyla bütünleştirmesi beklenir. Slovenler, Slovaklar, hatta zamanında Yunanlılar tam da böyle yapmışlardı.

* * *

Yapılacak iş çok da, kim nasıl yapacak sorusu sorunlu. Bu çerçevede hükümetlere büyük görevler düştüğü açık, ancak tek sorumlu ve yetkili, hele Türkiye'de, hâlâ hükümetler ya da Meclis değil. İktidar kurumlar arasında paylaşılmaya devam ediyorsa, sorumluluğun da paylaşılması gerekir. Ya da tersine, siyaset artık Meclis'e ve hükümete iade edilir, o zaman sorumluluğun odağı da daha iyi anlaşılır. Bundan sonrasında atılacak adımların kaptanı AKP olsa bile, esas sorumluluğun kişilerde ve toplumda bulunduğu hatırlatılmalı. AKP, yasal ve toplumsal risk almadan varlığını sürdürmeyi seçebilir, onu ya da bir başka siyasal eğilimi yönlendirecek olan toplumsal iradedir; dolayısıyla AKP'nin bu dönemdeki faaliyetleri en fazla kendi var oluş biçimini etkileyecek bir sürece işaret eder. Toplum değişimden yanaysa, daha önce olduğu gibi, kendi tercihini ifade edecek yolları bulabilir.
 
Kaynak: Zaman