Geçen cumartesi günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’nin NATO’ya girişinin 60. yıldönümü münasebetiyle yayınladığı mesajdaki şu cümleler anlamlıydı: “NATO’ya üye olduğumuz 1952’den bu yana uluslararası ortam çok değişmiştir. Ancak bu üyeliğin stratejik niteliği değişmemiştir. NATO, Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikasının mihenk taşı olmaya devam etmektedir... Türkiye bundan sonra da güvenilir bir müttefik olmaya ve NATO’ya katkıda bulunmaya devam edecektir...”
Gerçekten bu 60 yıl içinde dünyada çok şey değişti. Türkiye’de de tabii...
Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin NATO üyeliği bir zaruretti. Daha sonraki yıllarda bu üyelik, stratejik bir tercih olmuştur ve halen de öyle olmaya devam etmektedir.
Davutoğlu’nun sözlerinin ışığında, Türkiye’nin bu yıldönümünde verdiği mesaj, NATO’ya gene “evet”tir...

“Kazan-kazan...”
Türkiye’nin NATO’ya girme kararının nedenleri malum: Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikası Doğu Avrupa’yı yuttuktan sonra Türkiye’yi de hedef alıyordu. Stalin’in Boğazlar ve Anadolu toprakları üzerindeki talepleri karşısında Ankara, güvenliğini ve egemenliğini korumak için o sıralarda yeni oluşan Kuzey Atlantik İttifakı’na katılmaya karar vermişti. Bu aynı zamanda Türkiye gibi stratejik önemi olan bir ülkeyi ve Doğu Akdeniz’i Sovyetlere kaptırmak istemeyen NATO’nun da işine geliyordu.
Böyle bir zaruretten doğan bu yeni ittifak ilişkisi, hem Türkiye, hem NATO için “kazan-kazan” temeline oturtulmuştur.
Bu sayede Türkiye, güçlü bir ittifakın ve ona bağlı caydırıcı bir askeri gücün güvencesi altına girmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri modernize edilmiş, silah ve eğitim kapasitesi NATO standartlarına yükseltilmiştir. Türkiye, müttefiklerinden askeri olduğu kadar ekonomik yardım da almıştır. Sovyetlerin Türkiye’den talepleri ve direkt tehditleri son bulmuştur. Türkiye, Batı dünyasının bir parçası olmuş, ABD ve Avrupa ülkeleriyle sıkı bağlar kurmuştur.
NATO’nun Türkiye’nin üyeliği sayesinde elde ettiği en önemli kazanım, bu bölgede Sovyetlerin yayılmasına set çekmesi ve pratikte SSCB’yi çevrelemesi olmuştur. Türkiye Batı’nın ileri bir karakolu olarak NATO’nun kolektif savunma ve güvenlik stratejilerine büyük katkıda bulunmuştur...

Eskisi-yenisi
Bugün şartlar ve ortam değişmiş olmakla beraber, gerek Türkiye, gerekse NATO bu ittifak bağlarının devamı ihtiyacını duymakta ve bunu iki taraf için de yararlı saymaktadır.
Gerçi günümüzde 1950 sonrası dönemde görülen cinsten tehditler yok. Ama gene kolektif tedbirleri gerektiren yeni tehlikeler var.
NATO bu bilinçle, Varşova Paktı’nın aksine, Soğuk Savaş döneminin sonunda kendisini feshetmemiş, aksine daha da genişleyerek (hatta Varşova Paktı’nın eski üyelerini de üyeliğe kabul ederek) misyonunu ve rollerini güncelleştirmiştir.
Bu kez NATO “alan dışı” bölgelerde sadece askeri değil, barışçı ve insancıl görevler de üstlenmiştir. Bu misyonlar NATO güçlerini Balkanlardan Afganistan’a, kara Afrika’dan Hint Okyanusu’na kadar götürmüştür..
Türkiye bu misyonların çoğuna askerleriyle, sivil toplum gruplarıyla, yardım ekipleriyle katılmıştır...

Mutlu ve umutlu
Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin dış politikası “NATO’ya endeksli”, yani daha bağımlıydı.
Günümüzde değişen şartlar, Türkiye’ye kendi çıkarlarına göre daha bağımsız hareket etmek imkânını veriyor. Ankara bazı hallerde NATO’dan ayrılan (veya ona ters düşen) tutumlar almaktan çekinmiyor.
Ama görünen o ki, Türkiye ile NATO’nun tehdit algılamasında ve çeşitli sorunlarla mücadelede de tutumlar -ve çıkarlar- birbirleri ile oldukça örtüşüyor. İki taraf da bu beraberliğin devamından mutlu ve umutlu.
Altmış yıl sonra Türkiye’nin NATO’ya gene “evet” demesinin nedeni de bu...

Kaynak: Milliyet