Dünyanın bir çok yerine dağıldılar, önce 12 Eylül, ardından 28 Şubat’ın yaydığı kara dalgaların önünde. Bu dağılmanın mantıklı bir sebebi olması gerekmiyordu. Sistemin yapısı, bazen insanlara kendi kendini sürgüne göndermeyi dayatan ayıklamalar ve dışlamalarla tahkim ediliyordu on yılda bir. 

Çoğu göz önünde, yüksek sesle düşünen insanlardı. Bir geceyarısı evlerinin basılmasını, kitaplarının, dergilerinin, çekmecelerindeki mektupların suç belgesi halinde bir kenara toplanmasını yaşadılar. Ekranlardan nereden devşirildiğini bilemedikleri silahlarla, kendilerine ait dergilerin yanyana birer suç kanıtı gibi sergilendiği baskınlara maruz kaldılar. Terörist olarak isimlendirildiler. Kımıldayan perdelerin aralığında başka türlü bir varlıkla göründüler komşularına ve yanlarından geçilirken selamları duyulmak istenmedi. Gazetelerde fotoğrafları basıldı, bu defalarca yapıldı. Eşleri, çocukları bakkala giderken tuhaf sorulara, manidar bakışlara muhatap oldu.

Ola ki Ankara’da BDP’li siyasetçi Ahmet Türk’ün başına gelenleri onlar da yaşadı: Ev sahibi kapıya dayandı ve bir teröristin evinde ikâmetinin apartman halkını rahatsız ettiğini söyledi. Patronu odasına çağırdı, iş yerindeki varlığının itibarına, ticari güvenilirliğine zarar verdiğini bildirdi. Gazetede yazılan her habere hiç sorgulamadan inanma temayülü içindeki akraba çevresi, tedirginliğini türlü yollarla hissettirdi. Çevre giderek daraldı. “Öz yurdunda sürgünsün” hissiyatı başka türlü yaşandı bu kez.

Yurdunda kalabilmek adına bir kendini silikleştirme dönemi başladı o zaman. Bunu nereye kadar başarabilirsin? Evin kadını siyah başörtüsünün yerine arada bir renkli başörtüsü örtmeye başladı. Evin delikanlı oğlu hep kolunda taşıdığı gazeteyi çantasına tıkarak yürümeye yanaşmadı. Baba bir içeri alınıyor, bir bırakılıyor. Ola ki bazen anneyi de yanısıra sürüklüyor. Suçlu olmayı kabule zorlanıyor, zorla, işkenceyle. Belki bir zamanlar bir ev sohbetinde ya da müdavimi olunan bir kahvede öylesine söylenmiş bir söz bile yok, suçu kabullenmesi için. Ama o kahveye gitti. O mitinge de katılmıştı. İsmi bir kez düştü derin odakların eline. Evi farklı bir birim tarafından her an basılabilir. Duvardaki kûfi hatla yazılmış Ayet-el Kursi tablosu bir suç deliline dönüşübilir. Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur’u, Sezai Karakoç’un Gündönümü gibi rafta yanyana dizili kitaplar bile gece yarısı baskınlarında suç delili olarak toplanan kitapların arasına katılabilir.

Bir gece yarısı evi basılan adam kitap okuma grubundan arkadaşlarıyla mangalda kül bırakılmayan gece yarısı sohbetlerinde sarfedilen büyük sözlerden birinin kurbanı oldu belki de. O aslında sözünü hiç sakınmadı. Huzurunu korumak için güvenli bir cemaatin yüksek duvarları arasında bir mülk edinmeyi de getirmedi aklına. Tersine, kimi cemaat önderlerini sert kelimelerle eleştirdi. Bu yüzden de göz önündeydi varlığı ve suçlamaların hedefi olduktan sonra, göze batan bir varlık olacaktı bu. Ne faili meçhuller tamama eriyordu, ne de bu yüzden sürdürülen şeytan taşlama mitingleri. Bahriye Üçok öldürülüyor, ölümüne yol açan suikastin arkasında dinci bir örgütün var olduğundan kuşku duyulmuyordu. Uğur Mumcu öldürülüyor, protesto için yürüyen genç kızlar, “İsyanım mini eteğime karşı çıkan zihniyetedir” diye bağırarak, “dinci” diye nitelenen katili işaret ediyordu.

Bankalar, kamu kuruluşları hortumlanıyor, ele geçen paralarla toplum mühendisliği yapılıyor, insanlar askeri darbeleri kurtuluş yolu olarak kabule hazırlatılıyor, bunun için de acımasızca katledilmiş gazeteciler yazarlar bilim adamları yeniden katlediliyor, bu talihsiz kurbanlar için yeni katiller ve örgütler icat ediliyordu.

Kalmak gitmekten daha zordu bir süreliğine de olsa, yine de eminim ki kalabilen mutlaka kalırdı. Böylece düştü yola o da, karaların havaların sınırlarını zorlayarak, memleketini terkedip uzak diyarlara taşındı. Bu diyarlar çoğunlukla yeryüzünün Doğu’su değil, bir İslam ülkesi de değil, Batı’da bir ülke oldu. Varlığının görünürlüğü ille de bir yara acısını duyurmayı sürdürmeliydi, belki o nedenle.

12 Eylül, halkın başörtüsü yasağına alıştırıldığı bir üslupla ilerledi. 28 Şubat sonrasında ise başörtülüler Fadime Şahinleştirildiler. Bunun anlamı başörtülü kadınların “kolayca kandırılmaya yatkın, iradesi zayıf, yönlendirilmeye müsait ezik (ve yozlaşmaya açık) ikinci cins” olarak yeniden tanımlanmalarıdır. Buna karşılık, askeri darbelerin bütün aykırı sesleri duyulmaz kıldığı ortamlarda başörtülü öğrenciler –hiç de görülmek istenmedikleri halde- göz önündeki varlıklarıyla bir sorgulamayı dillendirmeyi sürdürdüler.

İsmet Özel “28 Şubat diye bir şey yok” derken, neyi kast etti bilmiyorum. En basit okumada akla gelen açıklamalardan biri, sürekli darbe ikliminde yaşamakta oluşumuz konusundaki idraksizliğimiz. Basit mizansenlerle karıştırılmaya müsait bir inanç toplumu olarak hedef seçilmeyi hazmetmek kolay değil. Tüketim idelojisinin yürekleri kuruttuğu, şifalı kelimelerin bir tehdit kaynağına dönüştüğü zamanlarda manevi bir iklimin tecüssümü gibi duran insanların medyanın elinde oyuncak olması insanı hüzünlendiriyor. Nahif kişilikli, açık sözlü Müslümanlar bu yüzden de bir ortalıkta kalmışlık hissiyatına kapılarak gurbet yollarına düştüler.

Çetin Emeç’in eşi, faili meçhul cinayetlerin Müslümanların ve İran’ın üzerine yıkılmasına izin veren kabulleri, bizlerin çok iyi bildiği içeriğiyle gecikerek de olsa dile getirdi. Evleri basıldıkça yuvaları dağılan insanlar, bazen gönüllü, bazen de gönülsüz sürgünlerle çoktan yurtsuzlaşmışlardı oysa; uzak bir ülkeye göç etmedikleri halde bile.

Geri çekilme (veya göç), yenilginin kabulü anlamına gelmez. Bir yığın hikaye kaldı geride, sesi bastırılmış insanların düşlerini kanatlandıran ve toplumda benzeri görülmemiş bir konuşkanlığa yol açan ayrıntılarıyla birlikte.