Dolayısıyla, bu akımın vücut verdiği ve Kur'an ile Sünnet'i temel alma iddiasına rağmen Kur'an ve Sünnet'e dayalı küllî bir İslâmî bakıştan yoksun olan İslâmcılık, son bir asrın her kavşağında İslâm'ı o anda önemli olan sosyo-ekonomik-siyasî akımla yakınlaştırma yoluna gitti. Güçlü temsilcilerle temsil edilmesine rağmen artık dünya kamuoyunda "siyasal İslâm'ın iflası" gibi değerlendirilen bir sonuçla yüz yüze gelen İslâmcılık, Türkiye'de 1960'lardan itibaren tercümelerle yeniden boy atmaya başladı. O ana kadar bazı ekoller ve birtakım tasavvuf çevrelerince verilen temelden ve safiyane "dinî" hizmetlerin meyvelerini 1960'ların ortasında MHP, sonlarında da "Millî Görüş" hareketleri belli ölçülerde kendilerine kanalize etme yoluna gitti. Şu kadar ki, elbette bu iki hareketten birinin milliyetçiliğe, diğerinin ise İslâmcılığa dayalı temelleri vardı. Türkiye Cumhuriyeti sistemi, baştan beri, İslâm'ın sosyal-ekonomik-siyasî boyutu ve tezahürleriyle, kendisi Türk milliyetçiliğini ideolojik esaslarından biri olarak benimsese de, bunun karşısında oluşabilecek etnik kimlik ve bölücülüğe karşı korunmayı daima iç hattâ dış politikalarının temeli yaptı. İslâmcılık temelli Millî Görüş hareketine izin verirken, esas niyeti "İslâmcı" muhalefeti kontrol etmek, sisteme yamamak ve marjinal bir muhalefet hareketi olarak belli sınırlarda tutmaktı. Ama gerek saf "dinî" hizmetler alanında gerekse "İslâmcılık" temelinde bile İslâmî gelişmeyi kontrol etmek, sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada zordu. Bu bakımdan, Demir Perde'yi yıkılmaya götüren küresel hakimiyet odağı, Siyonist, Hıristiyan-Siyonist akımların da tesiriyle 1990'dan itibaren İslâm'ı düşman kutba koydu. Mahut 11 Eylül terör eylemiyle İslâm'a karşı mücadelesini fiilî savaşa döken bu odak, ilk olarak Türkiye'deki İslâmî gelişmeyi hedefine aldı. İşte, 28 Şubat'ın sebebi budur. 28 Şubat, sebebi ve hedefi noktasından bakıldığında başarılı olmuştur. Bir defa, 1960'tan itibaren askerî darbelerle sivil iktidarlar aleyhine genişletilen alanlardan hiçbiri geri alınmamıştır. 28 Şubat, daha önce yine devletin verdiği dinî eğitim sahasını alabildiğine daraltmış ve mevcut iktidar bu alanı genişletemediği gibi, AB çizgisinde ve eğitimi ıslah adına yapılanlar, ekonomide, özellikle gelir dağılımındaki, şehirleşmedeki dengesizlik, çarpıklık ve adaletsizlikler ve bazı yayınlar, okulları ve sokakları suç merkezleri ve sahaları haline getirmeye başlamıştır. Aile kurumu ciddî darbeler almaktadır. İslâmcı temelli iktidar ve yakın çevreler, daha önce karşı çıktıkları politika ve düşüncelerin bizzat uygulayıcıları ve savunucuları haline gelmiş, böylece din ve dinî hizmet yaklaşımı ve bu hizmetin gerektirdiği donanım(sızlığ)ıyla (neo-)İslâmcılığın Türkiye'de hiç de sağlam temellere oturmadığı ortaya çıkmıştır. Neticede İslâm, en azından halkın nazarında sosyal-ekonomik-siyasî talepleri olan bir din olmaktan çıkarılırken, ona bu taleplerle yaklaşanlar taleplerini Müslümanlıklarından, hattâ İslâm'dan tecrit eder hale gelmişlerdir. Bunun yanı sıra, İslâmî kesimlerin müdahale gerektirmeden kendiliklerinden modernleşip dünyevileşeceklerini iddia eden "liberal-demokrat" çevreler büyük ölçüde haklı çıkmış, tehdit görülen İslâmî unsurlardan önemli kesimler, modernleşme ve dünyevileşmeyi, hattâ global sisteme entegrasyonu bizzat kendileri gerçek İslâmî tavır olarak deklare eder olmuşlardır. 28 Şubat'ın tehdit gördüğü sermaye küçülmüş, "dünyevî işleri" bir ayrı, Müslümanlığı bir ayrı değerlendirmeye başlamış, Türkiye ekonomisi, çok büyük ölçülerde global ekonomiye, siyaseti de global siyasete sağlam bağlarla bir daha bağlanmıştır. Ayrıca ilginçtir ki, 28 Şubat'a Türkiye'de karşı çıkan "liberal-demokrat" çevreler, ABD'nin İslâm dünyasındaki askerî 28 Şubat ve ötesi hareketlerinin büyük ölçüde destekçileri, en azından suskunlarıdır. Evet, 28 Şubat şu ana kadar büyük ölçüde başarılıdır ve devam etmektedir.