Türkiye'nin AB'ye üyelik başvurusu yapmasının üstünden kırk yıl geçmişken, üyelik hiç olmadığı kadar uzak bir ihtimal olarak duruyor. Hem Türkiye'nin hem de AB'nin karşısında hâlen ciddi zorluklar ve sanki her yıl yeni zorluklar getiriyor. 2010 da farklı olmayacak gibi.
Türkiye, 2005 yılının Ekim ayında adaylık müzakerelerine başladığından bu yana her yıl öyle ya da böyle bir mücadeleyle geçti. Ülke içinde ardı ardına yaşanan krizler nedeniyle çok fazla zaman kaybedilirken, Parlamento'da projeye dair fikir birliğinin olmayışı da ilerlemenin önündeki talihsiz bir engel olarak duruyor. Süreç öylesine politize oldu ki, bir fili tepeye çıkartmaya çalışmaya benziyor. İlişkiler, karşılıklı suçlamalardan ibaret bir kısır döngüye dönüştü. Türkiye'nin üyeliği AB başkentlerinde ve Fransa gibi bazı ülkelerde akşam yemeklerinde hararetle tartışılan bir mesele olmakla birlikte her ne kadar hükümet Türkiye'nin "AB ilacını içmesinin" önemini telkin etmeye devam etse de, görünen o ki, Türkiye'de AB, altın çağında değil artık. Başka hiçbir aday eski bir imparatorluk, bölgesel bir güç ve AB için birçok farklı konuda yeri doldurulamaz bir partner değildi. Türkiye artık Avrupa'nın hasta adamı olmaktan ziyade kendine güvenen ve tavır sahibi bir ülke, ki bu, hem AB'nin hoşlanmadığı bir şey hem de her zaman baş edilmesi kolay bir ülke olmamasına sebep oluyor. Öte yandan, AB, Türkiye'nin çok önemli bir partner olduğunu teslim ettiğinden bu ilişkinin bozulduğunu görmeyi arzulamamakla birlikte, birçok AB ülkesinin Türkiye'nin kendileriyle olmasını ama içlerinde olmamasını istediği de apaçık ortada. Öngörü sahibi olmaktan uzak bu vizyonun, yeni imzalanan Lizbon Anlaşması döneminde devam edip etmeyeceğini göreceğiz.
Hükümetin sürece yeniden ivme kazandırmaya çalıştığı ve böylelikle Türkiye'nin süreçteki rolünün istermiş gibi görünerek hem Türkiye'de hem de AB'de Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkanların ekmeğine yağ sürmekten biraz daha iyileştiği 2009 ilerlemelerin kaydedildiği bir yıldı. Bir dizi reform gerçekleştirildi, Egemen Bağış başmüzakereci atandı, AB sekreteryası büyütüldü ve Türkiye; Kürt meselesi, Ermenistan'la ilişkiler, asker-sivil ilişkileri, Kıbrıs, Nabucco boru hattı gibi AB'nin önemsediği birçok meselede adımlar attı. Ankara'nın giderek daha fazla AB tarzı bir stili, yani silahlar ve sert sözler yerine diplomasiyi ve yumuşak güç olmayı seçtiği 2009, Türk dış politikası açısından bir dönüm noktasıydı. Sonuç olarak Türkiye çok yönlü bir dış politika geliştirdi. Farklı birçok ihtilafta arabuluculuk görevini gayet usturuplu bir şekilde yerine getirmek suretiyle Washington'dan Moskova ve Pekin'e kadar tüm dünyayı etkiledi. Geçtiğimiz günlerde Alman dışişleri bakanı, Türkiye'nin bölgedeki meselelere çözüm bulmak için kilit ülke olduğunu ifade etti.
Türkiye'nin ekonomik performansı da görmezden gelinmemeli. Küresel malî kriz birçok AB bankasının çöküşüne şahit olurken, Türkiye'de tek bir banka bile para kaybetmedi. Türkiye'ye on ilâ on beş yıl verilmesi durumunda, ülkenin, AB bütçesine yük olacağı korkuları ortadan kalkacaktır. Türkiye, AB'nin ekonomisini ciddi oranda kalkındırıp yönlendirecek potansiyele sahip ve AB'ye akan milyonlarca Türk'e dair yaygın korkuların aksine, Türkiye AB'li işçiler için cazip bir mekan haline gelebilir. Ayrıca, muhalefet devam etse de, kilit ülkelerin, yani Almanya ve Fransa'nın tutumu yumuşamış gibi. Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin Türkiye'nin adaylığına dair şahsî kanaatlerini değiştirmesi pek ihtimal dahilinde olmasa da, en sonunda, Türk karşıtı görünmenin Fransa'nın çıkarlarına (özellikle de ticarî çıkarlarına) uygun olmadığını anlamış ve tam üyeliğe alternatif olarak hiç sevilmeyen "imtiyazlı ortaklık" formülünü savunmaktan vazgeçmiş görünüyor. Ancak, yüzleşilmesi gereken nahoş hakikatler de mevcut. 35 müzakere başlığından sadece 12'si açılmış ve neredeyse 20'si ya tıkanmış ya da donmuş vaziyette. Her ne kadar İspanyollar başkanlık dönemlerinde dört başlık açmayı hedeflediklerini söyledilerse de genellikle en fazla ikinin açılmış olması sebebiyle bu bir hayli iddialı bir hedef gibi duruyor. Üstelik, Avrupa Komisyonu'nun gazeteciler Şamil Tayyar ve Mehmet Baransu'ya verilen cezaların yanı sıra Türkiye'de basın üzerindeki baskılara dair endişesini dile getirmesiyle 2010 pek de iyi başlamadı. Basın özgürlüklerinin kötüye gitmesi ve bunun gittikçe AKP ile bağlantılandırılması nedeniyle bu, hükümetin acilen ilgilenmesi gereken bir mesele.
BU ÇIKMAZDAN KURTULMANIN TEK YOLU...
2010, Kıbrıs meselesi yüzünden de zorlu başladı. Bir çözüm bulunmadığı takdirde, stratejik önemi ne olursa olsun, Türkiye'nin AB üyesi olması neredeyse imkansız. Daha da önemlisi, Kıbrıslı Rumlar, Türkiye'nin Ankara protokolüne uygun davranmaması nedeniyle görüşmeleri tıkayabilir. 2004 yılında Kıbrıslı Türklerin kabul edip Rumların reddettiği Annan Planı'na dair referandumun ardından, protokolün genişlemesini AB'nin, Kıbrıslı Türklere verilen vaatlerin tutulmasına, yani ekonomik izolasyonun kaldırılmasına bağlayan Türkiye'nin, mevcut koşullarda protokole uymaya pek niyeti yok. Yani Türkiye AB'nin, aynen Tayvan'la yaptığı gibi, Kuzey Kıbrıs'la da ilişkiye geçmesinde ısrar ederken Kıbrıslı Rumlar ortada böyle bir izolasyon olmadığını söyleyip, tanımaya eşdeğer olarak gördükleri her şeyi tıkamaya devam edecek. Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, on yıllardır süren sorunun çözüme kavuşması.
Önümüzdeki iki yıl altın değerinde. İki cumhurbaşkanı Talat ve Hristofiyas görüşmelerinin sayısını artırırken Kuzey Kıbrıs'ta nisan ayında yapılması planlanan ve bir barış anlaşmasına varamaması durumunda Talat'ın kaybetmesi beklenen seçimlerden evvel bir anlaşmaya varılacağına dair iyimserlik gittikçe artıyor. Ancak bir anlaşmaya varmanın zorlukları da küçümsenmemeli; mülkiyet, güvenlik ve toprak gibi birçok meselede halen ciddi ayrılıklar mevzubahis. Çok ciddi aldı-verdilerin yanı sıra siyasî irade ve cesaret gerekli. Çözüm, Türkiye'nin AB ve Kıbrıs'la bütün sorunlarına derman olacak: ilişkiler normalleşecek, donmuş ve tıkanmış başlıklar serbest kalacak, Türkiye Ankara protokolünü genişletebilecek, NATO ile AB arasındaki sorunlar giderilebilecek ve bölgede huzur hakim olacak.
AB'yle ortamı yumuşatan birçok başka girişimin de sonunun gelmesi gerekiyor. Öncelikle, Ermenistan'la devam eden yakınlaşmada, iki ülke arasında ekim ayında imzalanan iki protokolün onaylanıp onaylanmayacağı meselesi gündemde. Türkiye bu protokolleri Dağlık Karabağ ihtilafıyla ilişkilendirdiği ve Ermenistan'ın işgal altında tuttuğu beş Azerî şehrinden çekilmesini protokollerin onaylanmasının önkoşulu olarak tuttuğu sürece, protokollerin onaylanması pek olası değil. Hükümetin başlattığı Kürt inisiyatifinin de arkasını getirmesi ve suya düşmesini engellemesi gerekiyor. Enerji mevzuunda da, Nabucco boru hattının ilerleyebilmesi için, Türkiye ile Azerbaycan'ın tarifeler ve transit ücretleri konusunda mutabakata varması gerekiyor. Velhasıl, Türkiye açısından yeni yıl zorlu başladı: Ya AB sürecine yeniden hayat verecek ya da daha da sürüncemede kalmasına sebebiyet verecek.
Amanda Paul Siyaset Analisti, Avrupa Siyaset Merkezi
Kaynak: Zaman