Ocak 2009: Gazze'nin ıstırap içindeki halkını hiç durmamacasına bir ateş tufanı sardı. Sözde uluslararası kamuoyunun saldırganı suçlarını durdurmaya yöneltmek için ciddi anlamda hiçbir baskısının olmadığı bir sürecin sonunda, saldırının başlamasından ancak 23 gün sonra İsrail devleti bir ateşkes kararı verebildi. 

Aralık 2009: 192 devletin temsili 110 devlet ve hükümet başkanının katılımıyla bir rekor kaydeden büyük umutlar doğuran aşırı düzeyde medyatize edilmiş olan Kopenhag Zirvesi, hiçbir müeyyide gücüne sahip tedbirin kabul edilmemesiyle kaygı ve üzüntü verici bir fiyasko ile sona erdi. Dolayısıyla 2009 yılı, karşılıklı olarak, radikal bir biçimde farklı yapılarının ötesinde, ne yazık ki uluslararası kamuoyunun faydasızlığını aynı ölçüde bir kez daha ortaya koyan [ocak ve aralık aylarında gerçekleşen] iki olayla çerçevelenmiş oldu. Geçmiş 12 aya baktığımızda, BM üyesi devletlerin 2000 yılı Eylül ayında kabul ettikleri Milenyum Bildirgesi'nin içeriğini anımsamamak mümkün değil. 1990'lı yıllarda yapılan sayısız konferansın karar metinleri gibi, Milenyum Bildirgesi de iyi niyetleri yansıtıyordu: Barış, işbirliği, kalkınma, özgürlük, eşitlik, hoşgörü hiçbir temel sorunun gerçek anlamda ele alınmadığı metnin her satırına yansımıştı. Aradan geçen 10 yılın sonunda dile getirilen iyi niyetler soluk bir suret halini aldı ve dünyanın gidişatını düzeltmedi.

Yukarıda andığımız her iki vakada da adalet, hukuk ve hakkaniyetin egemen olması çabalarında gerçek bir yetersizlikle zihnimizin meşgul olmaması mümkün değil; öyle görünüyor ki, Berlin Duvarı'nın yıkılışından 20 yıl sonra uluslararası aktörler daha eşitlikçi ve daha uyumlu bir dünyanın inşasının yöntemleri ve araçlarını bulma konusunda bazı zorlukları paylaşmaktalar.

KOPENHAG DENEYİMİ ÖNEMLİ BİR DERS!

Batılı güçler de, dünyanın geri kalanı üzerinde hegemonyalarını yitirmelerinin dayattığı durumdan gerekli dersleri çıkarmayı başaramadılar. Artık Batı'nın gitgide daha muğlâk bir biçimde evrensel olarak algılanan değerleri, ne askerî, ne siyasi ne de kültürel olarak kendisini dayatamamaktadır. Henüz kendisini kanıtlamamış olan ve "adil savaş" ilkesi adına Afganistan'a 30.000 ek askerî güç yollama kararını meşrulaştırmak için durmaksızın çalışan bir Amerikan başkanına aralık ayında Nobel Barış Ödülü verilmesi bir sıkıntı doğurmaktadır. Bu kendi kendini kutlama egzersizleri sadece Afganlardan oluşmayan milyonlarca erkek ve kadının gözleri önünde gerçekleşmesinin bazı sıkıntılar doğurmasını anlamamak mümkün değil. Gelişen ve yeni güçler olarak ortaya çıkan devletlere gelince, farklı birçok nedenlerden dolayı, gitgide daha fazla açıkça Batı dünyasının boyunduruğunda kalmayı reddettiğini görüyoruz. Bu açıdan baktığımızda Kopenhag deneyimi önemli bir ders oldu: En yoksul ülkeler kendilerinden istenen adaptasyonun masrafı ölçüsünde finansal telafiyi dayattılar, yeni güçler olarak ortaya çıkan ülkeler de ekonomik büyümelerini engelleme sonucunu doğuracak dayatmacı antlaşmaları imzalamayı reddetmektedirler. Hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği ve tüm dünyanın tedbir alması gereken bir durum var: Dünya tarihinde ilk kez dünyanın tüm halkları siyasi açıdan aktif haldeler. Bu parametrenin uluslararası ilişkilerin geleceği açısından kesin bir belirleyiciliği bulunmaktadır. Önümüzde bulunan engellerle mücadele etmek için devletlerarasındaki ilişkileri nasıl örgütleyeceğiz, bunları nasıl daha akışkan ve etkin kılacağız? Tarihin ve ulusların sonu konusunda çılgın teoriler, ne mutlu ki, etki yapmadı. Ancak, maalesef, bu durum bir yol haritası oluşturulmasına tek başına yetmiyor. Bu nedenle, müeyyidelerde bulunabilir gerçek bir güç oluşturabilen ortak bir görüşme, uzlaşma oluşturma ortamını sabırla geliştirme görevi, yurttaşlara, devletlere ve devletlerin siyasi yetkililerine düşmektedir.

Eğer BM, işleyişindeki tüm sıkıntılara ve yol kazalarına karşın, yeri doldurulamaz bir kurum olarak varlığını sürdürebiliyorsa, bunun nedeni herkesin sınırlarını ve reformunu/reformlarını harekete geçirmenin ivedi gerekliliğini anlamış olmasıdır. Ancak bu bedel karşılığında BM, tehlikeli bir biçimde aşınmakta olduğunu gözlemlediğimiz meşruiyetini yeniden kazanabilir. Bazılarına göre son aylarda daha da şiddetlenen çözülmemiş sürtüşmeler, çatışmaların uzun bir listesini oluşturmaktadır. Gerçek bir çokkutupluluk yüksek verimli bir örgütsel merkezden faydalanmazsa kendini ifade edemez. Aynı hareket içinde, biçimlenmesi 2009'da açıkça ivme kazanan, ABD ile Çin arasında yeni bir ortak egemenliğin oluşumuyla birlikte ortaya çıkan yeni bir çift kutupluluk eğiliminin belirginleşmesi ile farazi bir çokkutupluluk yapılanması kendini göstermektedir. Berlin Duvarı'nın yıkılışının yıldönümünde Barack Obama'nın Pekin'de olması bu durumun açık bir göstergesidir.

Tüm bu olaylar, açık konuşmak gerekirse, 2009'da belirginleşmedi. Yine de, iyice batağa gömülen savaşlar, İsrail-Filistin çatışmasının ağırlaşması, İran'ın nükleer gücü sorununun bir türlü çözüme kavuşturulmaması, finansal ve ekonomik kriz, iklimsel sorunlar, iflas eden devletlerin varlığı, adına layık bir uluslararası kamuoyunun gelecekteki inşası önünde engel niteliğini taşıyan sorunların akılcıl bir çözüme ulaştırılmasında irade eksikliği olduğunu teyit etmektedir.

Büyük İtalyan entelektüel Antonio Gramsci'nin söylediği gibi, "aklın kötümserliğini engellemek için iradenin iyimserliğini geliştirmeli". Bunu başarmak için de, iyi niyetleri ifade etmek yetmez, yeni yılın en üst düzeyde başarı getireceğini umabilmek için artık irrealpolitik ile ilişkimizi koparmalıyız. Dıdıer Bıllıon Stratejik Araştırmalar Enstitüsü/Paris

Kaynak: Zaman