Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli iki günü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıldönümü olan 29 Ekim ve demokrasiye geçiş günü olan 14 Mayıs'tır. 29 Ekim, bana göre, bir cumhuriyetin kurulmasından ziyade bir devletin kurulduğunun ilanı açısından önemlidir. Zira, bugünün dünyasında demokrasiyle bütünleşmemiş bir siyasi yapılanmaya cumhuriyet adını vermenin ne kadar doğru olacağı tartışmaya çok açıktır. 
 
Ama tartışılması pek anlamlı olmayan bir gerçek, çöken, dağılan bir imparatorluğun ardından yeni bir devletin kurulmasıdır. O dönemde sadece Osmanlı İmparatorluğu değil, aynı zamanda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da parçalanmış ve her iki imparatorluğun topraklarında birçok "cumhuriyet" ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin onlardan farklılığı, nüfusunun ağırlıklı kesimi Müslüman olan bir coğrafyada yeni bir devletin doğması ve bu doğuşa bir Kurtuluş Savaşı'nın öncülük etmiş olmasıdır. Bu yönüyle Türkiye'nin Batı yayılmacılığına karşı silahlı direnişi İslam dünyası açısından sevinç uyandırıcı bir öncülük olmuştur. Nitekim, bütün İslam dünyası Türkiye'nin bu mücadelesine maddi ve manevi büyük destek sağlamıştır.

Batı'ya karşı mücadelenin silahlı kısmı daha çok Yunanistan'a karşı verilmiştir. Ana güç İngiltere'yle mücadele ise diplomatik alanda gerçekleşmiştir. Yeni devletle birlikte Türkiye'nin siyasi yapılanması kısmen yeni bir renk kazanmıştır. Ancak, bu yapılanma, çeşitli sebeplerin etkisiyle, evrensel değerlere dayalı bir yapılanma olmaktan ziyade mahalli-konjonktürel değer ve amaçlara dayalı ve hayli otoriter -hatta kimi yazarlara göre ihmal edilemeyecek derecede totaliter- bir yapılanma olmuştur.

Şaşırtıcı olmayan şekilde, tek parti yönetimi, kısmi başarılarına rağmen, ciddi başarısızlıklara uğramıştır. Başarısızlıklar başlıca iki alanda kendini göstermiş ve her bir alan diğerini takviye etmiş, perçinlemiştir. İlk alan siyasi ve medeni alandır. Tek parti yönetimi devri temel sivil özgürlüklerin -yani ifade, din, basın, teşkilatlanma özgürlüklerinin- ya hiç seviyesinde bulunduğu veya çok sınırlı olduğu bir dönemdir. Bu dönemde siyasi katılma, iktidarın halk tarafından belirlenmesi, siyasi hesap verirlik, yarışmacı siyaset gibi temel medeni değerler ve kurumlar da eksiktir. İkinci başarısızlık ekonomi alanındadır. Bunu, Adnan Menderes, tarım kesimi üzerinden, 17 Mayıs 1945'te TBMM'de yaptığı çiftçiyi topraklandırma kanunu üzerindeki konuşmasında etkili karşılaştırmalarla ifade etmiştir.

II. Dünya Savaşı'nın olumsuzluklarıyla da karşılaşınca Türkiye, 1940'ların başlarında barut fıçısı üstünde oturan bir ülke hâline gelmiştir. Sovyet tehdidi bunun üzerine eklenmiş ve bir siyasi dönüşüm kaçınılmaz olmuştur. Faşist, nasyonal sosyalist ve sosyalist tarzların etkisi zaten görülen Türkiye'de en büyük dış tehdidin sosyalist Sovyetler'den gelmesi Türkiye'yi adeta Batı blokuna, yani liberal kapitalist bloka mahkûm etmiştir. Bugünden geriye baktığımızda iyi ki etmiş dememiz gerekmektedir.

Ancak, 1945'te rejimin dönüşmeye başlamasını ve sürecin 1950'de demokrasiye geçişle noktalanmasını sadece "dış güçler"in tesiriyle açıklamak yanlıştır ve haksızdır. İç dinamikler değişimin ana motorudur. O yıllarda uluslararası konjonktür Türkiye'yi hiç etkilemese de ülke değişmeye mecburdu. Zira, halk çok rahatsızdı. Halk fakirlikten, sefaletten, tahakkümden, adam yerine konulmamaktan rahatsızdı ve ülke bir patlamaya, belki bir iç savaşa doğru gitmekteydi. Bu şartlar altında, tek parti rejimini, en azından o haliyle muhafaza etme ve sürdürme imkânları hızla tükenmekteydi. İşte bu ortamda iki siyasetçinin basiretli davranışı ülkeyi felaketten kurtarmıştır: İsmet İnönü ve Adnan Menderes. İnönü gerçeği kavramış ve tek parti rejiminin demokratik seçim yoluyla tasfiyesini kabullenmiştir. Demokrasiye geçileceği yolundaki vaadini tutmuş ve lideri olduğu CHP'yi dönüştürmeye çalışmıştır. Nitekim, CHP 1945-50 arasında süratle liberalleşmiştir. İfade, din ve teşkilatlanma özgürlüğü başta olmak üzere medeni değerlere uyum sağlamaya başlamıştır. İnönü'nün demokrasiye ebelik etme yoluna girmesi bir bakıma bir mecburiyet olarak yorumlanabilir, ama bunun sadece bir mecburiyetin sonucu olduğunu söylemek haksız olacaktır. Erdal İnönü'den bizzat işittiğim kadarıyla, İnönü ülkeyi demokrasiye taşıma onurunu da sahiplenmek istemiştir. Erdal İnönü de, seçimi kaybeden babasını, ABD'den yazdığı bir mektupta, tarihin kendisini demokrasiye öncülük eden kişi olarak hatırlayacağını söyleyerek teselli etmiştir. İnönü sadece sürecin sağlıklı akmasındaki katkılarıyla değil, aynı zamanda sürecin var olmasındaki katkılarıyla da hatırlanmakta ve anılmaktadır. Yoksa, demokrasiye geçişi en azından bir süre geciktirebilir veya maliyeti çok yükseltebilirdi.

KENDİLERİNİ DE TÜRKİYE'Yİ DE ÇOK RAHATLATACAKLAR!

Türkiye'nin demokrasiye geçişinin ikinci ve daha önemli siyasi kahramanı, şüphe yok ki, Adnan Menderes'tir. Son derece akıllı ve bilgili bir siyasetçi, iyi bir hatip ve zamanın şartları içinde demokratik değerlere samimiyetle bağlı bir politikacı olarak Menderes, Demokrat Parti hareketinin asıl lideridir. Menderes tek parti rejiminin müstebit, mütehakkim, despotik karakterini çeşitli konuşmalarında deşifre eden ve Türkiye'yi medeni değerleri ve demokrasiyi kabullenmeye iten liderdir. Menderes'in bir başka özelliği çiftçi olmasıdır. Dünyanın en eski ve en istikrarlı demokrasisini kuran Amerikan kurucu babaları çiftçi filozoflar gibi Menderes de çiftçilik yapan bir bilge, akil bir önderdir. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının demokrasinin kurucusu olan bu bilge çiftçiyle, lider siyaset adamıyla övünmesi gereklidir.

Menderes, 14 Mayıs 1950'de, yeni ülkenin ilk demokratik seçimlerinde 20 yıllık tek parti tahakkümünü barışçıl yoldan, yani silahla değil oyla yıkarak muhteşem bir başarıya imza atmıştır. Bu öylesine büyük bir başarıdır ki, İslam dünyasında aradan altmış yıl geçmesine rağmen hâlâ tekrarlanmamıştır. Dolayısıyla, otantik cumhuriyet felsefesine aykırı olarak bir cumhuriyeti, bir tarihi şahsiyetle özdeşleştirmenin meşru ve makul olabileceği ölçüler içinde, mevcut cumhuriyetin biraz da Menderes cumhuriyeti olduğu söylenebilir. Bu yüzden, demokrasinin imkân ve nimetlerinden yararlanan herkes, farkında olsa da olmasa da, Menderes'e çok şey borçludur.

14 Mayıs 1950'nin Türkiye'de yaptığı değişikliğin anlamının ve boyutlarının yeterince kavrandığını sanmıyorum. Kavransaydı 14 Mayıs herhalde resmen milli bayram ilan edilir ve çoktan toplumun tüm kesimlerine mal olmuş olurdu. Özellikle Kemalistlerin bu bakımdan çok başarısız olduğunu söylemek zorundayım. Zira, devamlı "kurucu değerler"e, "cumhuriyet değerleri"ne atıfta bulunan ve bu "değer"lerin yorum tekelini elinde tutarak insanları terörize edenler –gerçek korku imparatorluğunu kuranlar- onlardır. 14 Mayıs 1950'de Türkiye köklü bir siyasi felsefe değişikliğine gitmiştir. Tek parti yönetiminden demokrasiye geçiş basit, sıradan, her gün karşılaşılabilecek bir olay değildir. Müthiş, muazzam bir dönüşmedir. Gerçek bir devrimdir. Bir tek parti yönetimiyle bir liberal demokrasi aynı değerler üzerine oturamaz. Bu yüzden, Türkiye 1950'de tek parti sisteminin bazı değerlerini olduğu gibi korurken, bazılarını tadil etmiş ve bazılarını tamamen reddetmiştir. Artık Türkiye demokrasisi tek parti dönemi değerlerine atıfla meşrulaştırılamaz ve temellendirilemez. Yüzünü evrensel demokratik değerlere dönmek ve ısrarla o istikamette yürümek zorundadır. Kemalist çevreler bu gerçeği bir anlayıp kabullenseler, kendileri de Türkiye de çok rahatlayacaktır.

Demokrasimizin kuruluş yıldönümünde daha sağlıklı, engelsiz bir demokrasiye bir an evvel kavuşmaktan daha iyi bir dilek olabilir mi?
 
Kaynak: Zaman