Geçen hafta sonu İstanbul-Trabzon arasında gidip gelirken senelerce gece ışıklarını görerek yakınlarından geçtiğim şehirde “Müslüman Kimliği ve Dünyevileşme” başlığını taşıyan bir sempozyuma katıldım. İki gün boyunca dünyevileşme çeşitli açılardan konuşuldu Çorum’da. Sunumlarda öne çıkan soru ise dünyevileşmenin hangi açılardan olumsuz veya makbul olduğuydu. İslamcıların siyasal iktidarına sahne olan yıllarda somutlaşan iktidar alanı sahneleri, “İslamcılar dünyevileşiyor” şeklinde ve genellikle olumsuz anlamında kullanılıyor. Beri taraftan siyaseti sorumluluk ister istemez dünyayla ilgili çoğu zaman denetimden çıkma riskini haiz bir dünyevileşme içermez mi?
Sempozyumun 2. oturumunda Vicdan Tekin’in ifade ettiği gibi, bu aslında insanın yeryüzü hayatı kadar eski bir mesele. Kabil, dünyevileşmenin olumsuz protipi değil mi?
Öyleyse dünyevileşmeyi şu şekilde tarif edebiliriz: Dünyaya hakkını vermeme, hayatı yanlış yaşama, dünya hayatını bir kabuğa indirgeme hatta putlaştırma, yani dünyaperestlik… Dolayısıyla dünyaya aşırı bağlılık olarak anlatılan şey aslında layıkıyla yaşamayı üstlenmeme nedeniyle dünya hayatını eksik yaşamak olarak da yorumlanabilir. “Ahiret korkusunu unutmak” diye anlattı Necdet Subaşı. Buna karşılık dünyaya sıkı sıkıya yapışmak çok doğru ve güzel bir hayat yaşamanın garantisi değil. “Çocuklarımız bizim hikâyelerimizde yaşamak istemiyorlar” diye izah etti Subaşı. Her kuşak kendi hikâyesini yazıp yaşamak istemez mi? Kaldı ki İslamcılık dalgasının aktörleri hayatı çocuklarının çocuklarına yetecek bir yoğunlukta tarife çalışmışlardı. Çok baskın, paradigmayla savaşan, bir bakıma dini değerler üzerine yeniden düşünmek için ayaklarını kendi zemininden çekmeyi göze almış bir kuşağın hikâyesidir söz konusu olan. Kaldı ki Vicdan Tekin’in ifadesiyle “Siz hâlâ orada mısınız?” sorusunu her kuşaktan duyabilirsiniz.
Ercan Yıldırım “rövanş dindarlığı”, “zafer dindarlığı”, “özel günler dindarlığı”, “seronomik dindarlık”… gibi başlıklar altında sayısız çarpıcı, hüzün uyandıran, düşündürücü örnek verdi ve bu örnekleri “Yeni İslamcılık”la ilgili tezahürler olarak tarif etti. Söz konusu birçok tezahür, özellikle tüketimle ilgili olanlar, yukarıda değindiğim gibi hem geniş imkânlara sahip olmakla çığırından çıkan hem de iletişim teknolojisiyle birlikte daha bir görünür hale gelen kadim eğilimler kuşkusuz. Ancak sahip olunanın teşhirindeki fütursuzluğun sınırları zorlaması veya ihlaliyle bir tahripkâr dünyevileşme alameti olarak yorumlanması da hiç yanlış olmaz. Gerçi bu şekilde küreselleşme etkili teşhirin ülkemizde sadece mütedeyyin kesimlere münhasır olmadığını da hatırlamak gerekir benzeri değerlendirmelerde. Elbette tüketim ahlâkı alanında daha dikkatli ve mutedil, kanaatkâr olduğu varsayılan mütedeyyin kesimlerdeki şimdiki sakınımsızlığın seküler kesimlerde dahi bir hayal kırıklığı meydana getirdiği görülüyor. İnançsız olduğunu öne süren kesimler bile bir tür toplumsal vicdan ihtiyacıyla daha kanaatkâr bir duruşta olmasını diledikleri mütedeyyinlerin markalarla, ciplerle, yolsuzlukla, lüks villalarla anılıyor olmasını esefle karşılıyor gibiler. Bunun yanında ahiret gününe imanın iktidar nimetleriyle baştan çıkmaya hiç de engel teşkil etmeyebileceğinin örneklerini bir “imanın sınavlarından biri” olarak değil de “imanın direncine dair hurafeler” bağlamında yorumlayanlar da elbette eksik değil.
İyi de o sahnelerde izlediğiniz “aşırılıklar” aslında ne kadar yeni ve ne kadarı yozlaşma söz konusu olduğunda sorgulanmaları adetten olagelmiş İslamcılığın yoldan çıkma istidadına yorulabilir? Asım Öz tam burada sıklıklanegatif tasvirlere yoğunlaşmanın gerçekte neler olup bittiğini görmeyi zorlaştıracağı konusunda uyarıda bulundu. Öz’ün her türlü gelişmede bir olumsuzluk arayan veya olguları kendilerini muaf kılan bir mesafeden değerlendiren İslâmcı yorumcular için bazen sarf edilen “kinik” nitelemesi yerine “buğz İslâmcılığı” şeklindeki kavramsallaştırması bana çok açıklayıcı geldi ki bunu daha ziyade tek parti yıllarındaki İslâmcılık için kullanmanın doğru olacağını da ayrıca belirtmişti.
Mesut Okumuş sekülarizm yerine kullanılan “dünyevileşmenin bizler için yeni bir kavram olduğunu hatırlattı. Mehmet Doğan Büyük Türkçe Sözlük’ün 1996 basımında şöyle açıklıyor kavramı: “Dünyayla ilgili şeylere yönelme, dinden uzaklaşma.”
Olumsuz dünyevileşme açık ki dünyaperestlik, İslami dünya görüşünü düzenleyen Tevhid ilkesini ihlal edecek şekilde dünya hayatını tek amaç bilme. Bunun karşısında yer alan dünya korkusu veya nefreti de “orta yol”dan şaşırtarak Tevhid’in amaçlarını ihlal eden sonuçlara götürüyor. Nazım Hikmet’in mısralarında dile gelen dünyayı ciddiye alma tutumu mümine ne kadar yabancı olabilir? ”Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı yetmişinde bile, mesela, ZEYTİN dikeceksin.” Müminin asıl sınavı da yetmişinde bile “ZEYTİN” demeyi sürdürürken ahiret bilincini de güçlendirmek.
Kendimizi içinde bulduğumuz dünya faniliğiyle bizi hem ürkütüyor, hem de bu ürküntünün önüne geçemediği bir bağlılıkla varlığımızı kuşatmayı, fethetmeyi sürdürüyor. “Fundamentalizmle savrulma arasında ince bir çizgi vardır” diyordu, İranlı yönetmen Behruz Efhami. Dünyevileşme, bildiğimiz dünyayı yanlış anlamakla istismara açılmakla da olumsuzlaşan bir yönelim olabilir. Ekolojik felaketler bunun bir sonucu. Öte taraftan dünyayı var kılan insana yönelen zulme küçük bir oranda da olsa katkıda bulunmayı da aynı bağlamda değerlendirebiliriz. Süheyb Öğüt paradoksal örnekler eşliğinde cennete rağmen dünevileşmenin mümin için delilik olduğunu anlattı ve maslahat olanla ilkelerin karıştırılmasındaki aymazlığı sorguladı. Hakan Olgun ise Protestanlığın devleti kutsayan yorumlarını Müslümanların da benimsemesindeki problemleri irdeledi.
Heideggerci anlamda dünyaya atıldığımız düşünülürse dünya bir imtihan yeri olarak tanımlanamaz. Şevket Kotan, Kasas Suresin’nin 77. Ayetini Katade tefsirinden aktardı: “Dünyada helal ne varsa yararlanma”. İnsan yurdunu özlediği için dünyevileşmiş olmaz. Peygamberimiz Mekke’ye özleyerek, heyecanla, fakat fetihçi tekebbüre bürünmeden döndü. Dünyevileşme, dünyaya haksızlık etmektir aslında. Demek ki kavram “zulüm”le açıklanabilir ve elbette dünyaya yönelen zulüm insana da yöneliyor. Fütuhat ruhunu, hilafet kavramını doğru anladığımızdan emin miyiz? Barış zamanını hissetmek, savaş zamanıyla barış zamanını karıştırmayacak bir ferasete sahip olmak nasıl da önemli!
Beri taraftan, hangi “dünyevileşme” sorusu hâlâ baki. Biz Allah’a emanetiz, dünya da bize emanet edilmiş. Nasıl ciddiye almayabiliriz? Bağlılığımız emanet bilinciyle makulleşebilir. Burhaneddin Can’ın irdelediği gibi bilgi düzeyindeki Müslümanlığımız, dış dünyayı değiştirme gücünü haiz bir sıçramayı gerçekleştirecek yorumdan mahrum. Mustafa Tekin, Tevhidî dünya görüşümüzdeki zaaflarla ilişkilendirdi bu mahrumiyeti. Ruh-beden ayrımı Kur’an öğretisine yabancıyken dünyayla ilişkimizde kendini gösteren aşırı bağlılık gibi aşırı reddiye de neticede dünyayı yorumlamakta yetersiz kılan bir etkiye sahip oluyor. Sempozyumu değerlendiren Hayri Kırbaşoğlu’nun tespiti çok önemli: Dünyevileşmeyi herhalde İslami olmayan araçlarla İslami hedeflere ulaşılabileceği zannında aramak gerekiyor. Mesut Okumuş’un altını çizdiği “Sabır Ekolü” tutumu öne sürülerek zulme sebep olacak kanunlar karşısında sırf istikrar bozulmasın diye sessiz kalmanın da bir dünyevileşme göstergesi olarak okunması nasıl yorumlanmalı? Ekonomi, eğitim, siyaset alanında modellerimiz ne kadar bizim ihtiyaçlarımıza karşılık geliyor?”Bununla bağlı olarak Kırbaşoğlu’nun Müslümanların, sorunlarının çözümünü uluslararası kurumlardan beklemesinin olağanlaşmasına sessiz kalamayacağı da güncel sorunlarımız bağlamında önemli bir tespitti.
Dünyayı nasıl göz ardı edebilir, hangi hakla hor görebiliriz? “Yaşamak umrumdadır” diyen Şair elbette haklı: Bir heykeltıraş gibi işte bu dünyada sonsuz hayatımızı biçimlendiriyoruz; onu faniliğimizi unutmadan, kapılıp gitmeksizin tanımamız gerek. Dünyevilik dünyayı herkesinkinden çok kendi malı mülkü bilmekle de zulme kapı açan bir olgu. Ekolojik felaketler gibi hedonist eğilimlerle yayılan kötülükler de dünyayı sevmenin bazen onu kendinden sakınmayı gerektirdiğini öğretiyor bize. Ancak sonsuzca bu dünyada yaşayıp gideceği yanılgısına kapılan gibi, faniliği nedeniyle dünyada bir tür nefes alıp veren intiharla gün tüketeceğini sanan da seküler anlamda dünyevileşmede pay sahibi. Öyle ya, “ZEYTİN”den Kur’an’da nasıl söz ediliyor? Kırbaşoğlu’nun “Allah’ın indirdiği dine mi yakın duruyoruz, Şeriati’nin ‘Dine Karşı Din’ine mi?” şeklindeki sorusu, dini kavrayışımızı sürekli sorgulamamızın öneminin de altını çiziyordu.
Kurumlar, tanımlar ve kavramsallaştırmalar, konusunda zaaf içindeyiz. Mesela sıklıkla “teoloji” diye ifade edilen “ilahiyat” alanında dönemimizin sorun ve ihtiyaçlarını kuşatan çalışmaların gerektiği ölçüde yapıldığı söylenebilir mi? “Müslüman Kimliği ve Dünyevileşme” kuşkusuz daha geniş açılardan ve özelleştirilerek tartışılabilirdi, ancak sorunun konuşulmasında önemli bir adım olduğu muhakkak. Çorum Sempozyumu bu açıdan önemli soruların açılmasına sahne oldu.
Gece yarısı Çorum’dan ayrılırken yatılı lise öğrencisi olarak İstanbul-Trabzon arasında gidip geldiğim yıllarda gece ışıklarıyla seçmeye çalıştığım şehri insanları ve mekânlarıyla tanımanın düşüncelerini taşıyordum yanımda. Son anlarda Mehmet Okumuş’un hediye ettiği Çorum’da yayımlanan iki edebiyat dergisi vardı elimde: Edebiyat Bülteni, Aşkın (e) Hali.
Sempozyum boyunca dünyevileşmeyle helal-haram sınırları arasındaki bağlara değinildi. Ben de “Mahalleyi ikinci kez yitirmek” başlıklı sunumumda sekülerleşmeden söz ediyorsak kentlerde alıp başını giden haram işleri dert etmek zorunda olduğumuzu dile getirdim. Geçtiğimiz günlerde Başbakan Davutoğlu haksız imarın haram olduğuna ve siyasetçilerin bu alanda görevini kötüye kullanmasının ahlaksızlık olduğuna dair bir açıklama yaptı. Çorum Belediyesi’nin, iş çevrelerinin baskısına karşılık şehrin merkezindeki Saat Kulesi Parkı’nda bulunan virane kültür sitesi yerine bir AVM yapmaktan kaçınıp kültürel faaliyetlere açık bir park yapmaktaki ısrarı, inşaat tozunun kara büyüsünün teslim almadığı alanlar olduğunu göstermesi açısından dikkate değer.
Belediye Başkanı Muzaffer Külcü’nün yasaklı yılların öğrenci evleri temelli iyilik faaliyetlerinden gelen eşi Hatice Külcü’nün arkadaşlarıyla birlikte sürdürdüğü bütün şehrin mağdurlarını ve yoksullarını kuşatan hayır faaliyetlerini de yerel yönetimlerde kadın duyarlığının nelere kadir olabileceğinin bir örneği olarak anmadan geçemeyeceğim. İnsan nerede olursa olsun, ömrünün her çağında hayır işlerini ve bereketi çağıracak şekilde “ZEYTİN” diyebilir, zeytin ağaçları dikmeyi sürdürebilir, yeter ki helalle haram arasındaki ölçüyü şaşırmasın.