Hemen hemen her seçim öncesinde hissettiğim çaresizliği bu seçimler öncesinde de büyük ölçüde hissediyorum. Artık kime oy vereceğimi biliyorum ama bu oyun geçici bir tatmin yaratacağını da biliyorum.

Kayıtlı olduğum İstanbul 2. bölgede bağımsız sol aday Baskın Oran’a oy vereceğim. Baskın Oran meclise gidince dışlanmışların, itilmişlerin sesi olacak. 1. Bölge’den Ufuk Uras da aynı sesi orada yükseltecek. Başka bağımsızlar ve başka partilerden erdem ve vicdan sahibi insanlar da milletvekili seçilirlerse meclisteki demokrat sesler muhtemelen güçlenecek. En azından bu memlekette umudun tükenmediğini, tükenemeyeceğini gösterecekler.

Baskın Oran adaylığını koymadan önce, AKP’ye oy vermeye karar vermiştim. Bu partinin “sosyal adalet” meselesini göz ardı eden liberal ekonomi politikalarının yılmaz bir savunucusu olmasına, toplumun çalışan kesimlerine sırtını çevirmesine, İçişleri Bakanı vasıtasıyla son 1 Mayıs’ta İstanbul’da terör estirmesine rağmen, Türkiye’de toplumsal, kültürel ve demokratik talepleri olan gerçek bir toplumsal hareketin temsilcisi olduğu için bu kararı vermiştim.

Böyle bir hareketten geldiği için taşıdığı potansiyeli, siyaseti normalleştirme ve sivilleşme yönündeki çabalarını göz önünde tutmuştum. Artık doğru dürüst konuşarak siyaset yapmanın mümkün olmaya başladığını gördüğüm için ve “sivil” ve askeri darbeci zihniyet sahiplerinin silahlarına güvenerek artık bu memlekette aklına estiği zaman sivil siyasete müdahale etmemesi için, bana göre AKP en çok “oy verilebilir” parti özelliği taşıyordu.

Tabii o zamanlar benim oy vereceğim İstanbul 2. bölgede AKP’nin Cemil Çiçek’i 1. sırada aday gösterdiğini bilmiyordum.

Neyse, Allah’tan Baskın Oran adaylığını koydu da, oy vermek istediğim AKP ile “vatan hainliği” suçlamasını cömertçe kullanan, statükonun temsilcisi bir adayı bizzat kendi ellerimle meclise göndermek istemediğim için oy veremeyeceğim bir AKP arasında çaresizlik içinde kıvranmaktan kurtuldum.

Ama kısa vadede sorunumu çözmüş olsam da, gene de eksiklik, hem de çok büyük bir eksiklik duygusu içindeyim.

İçinde yaşadığımız toplum 1980’lerden beri gerçekten kendine ait toplumsal dertlerini ve taleplerini dile getiremiyor. 12 Eylül darbesiyle derin bir şekilde çarpılan geniş toplumsal kesimler en temel sorunlarını, sosyal adelet meselesini konuşamaz oldular. Küresel olarak güçlenen ve içimize sinen kapitalist hegemonya “toplumsal talep”, “sosyal adalet”, “sınıf” karşısında körleşmemize neden oldu. Hepimiz bu düzenin küçük neferleri haline dönüştük. Para, tüketim, haksız bile olsa ne olursa olsun “kazanç” ve “çıkar” amentümüz oldu. Güç elde etme uğruna, vicdanımızı, ahlakımızı, insani değerlerimizi askıya aldık. Hepimiz kapitalizmin neferleri, taşıyıcıları olduk ama “kapitalist” olamadık. Olmamız da imkansızdı zaten; çünkü “sömürülenler” olmadan, sadece “sömürenlerin” olduğu bir dünya münkün değildi...

1980’lerden beri sömürüldüğümüzü anlatamadık, sesimiz çıkamadı. Ama bu anlatamadığımız derdimizi başka yollarla anlatmaya çalıştık. Ayrımcılığa, aşağılanmaya karşı sesimizi yükselttik. Bunu sınıfsal iktidarların, egemen yapıların sınıfla içiçe geçirdikleri egemen kültürlerine karşı, dinimizle, başörtümüzle, anadilimizle, farklılığımızla dile getirdik. Eğer egemen sınıf ve zümreler bizim kültürlerimizi aşağıladılarsa, biz de kültürümüzün aşağılanamayacak kadar yüce olduğunu anlatmaya çalıştık.

Bu kültürel talepler Türkiye’de kurulu düzen tarafından çok tehlikeli olarak addedildi ve düzenin bekçileri her türlü sertliğe başvurarak cevap verdi. Ama kültürler anlam dünyaları, içinde yaşanılan hava gibi vazgeçilmez nitelikteki nefes alma yollarıdır. Bu yüzden kültürel taleplerle başa çıkmak kolay olmadı. Bu talepler çarpılsalar da, dile gelmeye devam ettiler ve ölmediler.

Ancak düzen hiçbir zaman sınıfsal eşitsizlik karşısındaki taleplerin açık bir şekilde dile gelmesine tahammül edemedi.

Maden ocaklarında, tersanelerde, fabrikalarda, beyaz ya da mavi yakalı çalışanların üretim yaptığı her türlü işyerinde en ufak alternatif faaliyete göz açtırmadı. İnsanların kolları bacakları koptu; “normal iş kazası” dedi, üstünü örttü. İnsanlar itiraz etmeye, sendika kurmaya yeltendi; gazabı korkunç oldu... İnsanların insanca yaşama hakkını elinden aldı; topluca işten attı; milislerine dövdürdü; polisleri vasıtasıyla karakollarda süründürdü...

Bunu anlatmaya çalışan ve kendilerine “sol” diyen kişi, grup ve partiler ise kendi seslerinden başka hiçbir şey duymadılar. Kolları bacakları kopan insanların bir gün onların anlatmaya çalıştıkları şeyi anlamalarını beklediler. Ve öyle bir şey olmadı...

Çünkü o “sol” da, aynı kapitalistler gibi, o işçileri sadece bir “faktör” olarak gördü; daha “rasyonel” bir üretim ve daha güçlü bir sosyalizm ordusunun potansiyeli olarak gördü. Halbuki o insanlar kültürleriyle, anlam dünyaları ile birlikte varolan insanlardı ve “başka bir ses” duymak istiyorlardı...

Öte yandan, “sol” sadece bu tür “rasyonel” bir sol değildi. Kültürel talepleri “mutlak” olarak kabul eden “postmodern liberal sollar” da kültürel dertleri dile getirmeye çalıştılar. Ancak onlar da “sınıf”ı unuttular...

Artık bu memleketin, “sosyal adelet” çığlığını duyacak ve o çığlığın boğulmamak için nefes aldığı kültürel hakları aynı anda, içiçe dile getirecek bir sola ihtiyacı var.

Sınıfsal ve kültürel bir iktidar alanı olarak kamusal alana hem sınıfı, hem kültürel talebi taşıyacak “yeni bir sol”a ihtiyaç var Türkiye’de...