Mısır’ın askeri liderleri Müslüman Kardeşler’e karşı topyekûn bir savaş başlattı. Amerikalı ve Avrupalı liderler ise bu “savaşı” bir anlamda mesafe alarak, uzaktan seyrettiler. Bunun iki nedeni vardı: ilki, Mısır ordusunun kararlarını etkileyebilecek yeterli aygıtlarının olmaması; ikincisiyse, bu çatışmanın Mısır’ın iç sorunu olarak görülmesiydi.

Ancak, yoğunlaşan bu çatışmanın Mısır sınırları içerisinde sonlanacağına dair inanç gerçeği yansıtmıyor. Şiddet artıkça ve İslamcıların radikalleşmesi derinleştikçe, Mısır krizi Kuzey Afrika’da devam etmekte olan terör faaliyetlerini pekiştirme tehdidi teşkil ediyor. Ve bu durum aynı zamanda, 1970’lerde anti-İslamcı yasaklamaların El-Kaide’nin yükselişine neden olduğu gibi, Batılı hedeflere karşı yeni saldırı dalgaları riski taşıyor.

İslamcılara Mısır’da uygulanan baskı, “modern cihat hareketi”nin ortaya çıkışının kilit unsurlarından biriydi. Müslüman Kardeşler’den önemli ölçüde daha radikal, parçalı grupların ortaya çıkışıyla İslamcılar da daha şiddet eğilimli bir hal aldılar. 1970’lerde Müslüman Kardeşler’in karizmatik figürlerinden Şükrü Mustafa, El-Kaide’nin atalarından sayılabilecek Takfir wal-Hijra’yı kurdu. Bu sırada, MuhammedAbd al-Salam Faraj, Mısır İslami Cihat Örgütü’nün ideolojisini çizmekteydi. Bu örgüt daha sona, Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’a suikast düzenleyecek ve aralarında El-Kaide’nin bugünkü lideri Aymen el-Zevahiri de olmak üzere, örgütün yönetici kadrolarını oluşturacaktı.           

Mısır’daki vaziyetin daha kötüye gideceği kesin gibi görünüyor. Her ne kadar, ordu içinde yeterince şiddet uygulandığı takdirde teslimiyetin geleceğini düşünenler olsa da, Mısır ordusu da bunu biliyor. Şiddeti 1970’lerde terk eden ve bu taahhüdü Muhammed Mursi’nin “kısa süren” cumhurbaşkanlığıyla onurlandırılan Müslüman Kardeşleri illegal örgüt ilan etmek, sınırın çoktan aşıldığını ve ordunun demokrasiye dönüş adına verdiği sözlerin boş olduğunu gösterdi.

Müslüman Kardeşler’e karşı cephe almak “ölümcül” bir hatadır. Baskıyla birlikte siyasetin dışına itilmek, uzunca bir süre radikalleşmenin nedeni olarak algılandı. Arap Baharı’yla ortaya çıkan büyük umut ise, otoriter rejimlerin gitmesiyle keyfi yönetimlerin ve gaddarlığın son bulmasıydı. Buna karşın, Müslüman Kardeşler’e karşı açılan bu savaş, ona seyirci kalıp taraf olmayanlar için şiddeti bir rasyonel seçim kılacaktır.  

Hâlihazırda, güvenlik güçlerini hedef alan İslamcı saldırılar sivil hedeflere de yönelmeye başladı. Bazı uzmanlar Cezayir’de 1990’larda ordunun İslamcıların iktidara geldiği seçimi iptal etmesi sonucu fitili ateşlenen ve 200,000 insanın ölümüne neden olan karışıklığı işaret etmekteler. Ancak, Mısır’da uzun sürecek bir çatışmanın bölgesel sonuçları Cezayir örneğinde olduğundan daha kötü olabilir.  

Bölgedeki iç güvenliğin zayıflığını dikkate alırsak, mevcut para, insan ve savaş malzemeleri hattının tüm Kuzey Afrika için nasıl bir tehlike teşkil ettiğini anlamak zor olmayacaktır. Libya’nın eski devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin muazzam cephanesinden silahların Mısır’a taşınması ve savaşanların cihatçı kuvvetleri güçlendirmek amacıyla Libya’ya geçmesi, ki bir kısım savaşçı bunu gerçekleştirdi, Mısır’daki ateşi körükleyebilir. Bu süreç sonucu, Arap Baharı’ndan geriye kalan son umutlardan Tunus tehlikeye girebilir. Diğer tarafta ise Sina Yarımadası her an daha kaotik ve vahim bir hal alıp İsrail’in güvenliğini tehlikeye atabilecek durumda.     

Batılı hükümetler şunu dikkate almalı ki; yeni bir şiddet çemberi Amerika ve Batıyı hedef alan yeni teröristler üretecektir. Doğru ya da yanlış, ancak İslamcılar mevcut durumun Amerika tarafından desteklendiğini hatta tasarlandığını düşünüyorlar. Michele Bachmann’ın yakın zamanda yaptığı gibi, Amerika meclis üyelerinin Mısır’ı ziyaret edip ordu yönetimini överken, Müslüman Kardeşler’i kınamasının ise sürece hiçbir katkısı olmamakta.  

Amerika’nın elinde hâlihazırda işe yarar seçenekler bulunmamakta. Orduyla karşı karşıya gelmenin bir avantajı bulunmuyor; bu yalnızca kontrolü daha fazla kaybetmek anlamına gelecektir. İzlenecek en etkili politika ise, bu soruna en başında neden olan Mısır güvenlik servisleriyle daha yakından bir işbirliği yürütmeyi gerektirmekte. Amerika ordusunun Süveyş Kanalı’na erişim ihtiyacı ve Mısır’ın İsrail’le olan barış antlaşmasına desteği Amerika’nın Mısır’a kolayca arkasını dönüp gitmesini engelleyecektir. Bu yeni süreçte de Amerika, Mübarek rejiminde olduğu gibi bir tutum içerisinde olacaktır: terörle mücadelede yakın ilişkiler; özgürleşmede ise Mısır’ı yalnız bırakmak. Amerika Mısır yönetimiyle ilişkileri geliştirmek ve adım atmalarını sağlamak için ülkenin ekonomik ihtiyaçlarıyla ilgili yeni teşvikler bulmak zorunda. Ancak, özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Mısır’a sağlayacaklarını dikkate alırsak, Amerika için bu da zor görünmekte.      

Küçük bir şans var ki; o da Batının yanı sıra, Rusya ve Çin gibi radikal İslam korkusu taşıyan diğer güçleri Mısır’a benzer bir mesaj vermeye ikna etmek: “ Ortak bir yaklaşım geliştirmeyi denemeliyiz.”

Amerika, Mısır’ın dışındaki 11 Eylül saldırılarına giden yolu hazırlayan baskı ve radikalleşme sürecini hatırlayanların, Mısır’da bunu unutmak için kararlı görünenlere düzenli olarak hatırlattığından emin olmak için elinden gelenin en iyisini yapmak zorunda.

Daniel Benjamin, 2009-2012 yılları arasında A.B.D Terörle Mücadele Departmanı için çalıştı. Steven Simon, 2011-2012 yıllarında ABD Ulusal Güvenlik Konseyi adına Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da kıdemli yönetici pozisyonundaydı.

Kaynak: The New York Times
Dünya Bülteni için çeviren: Sedcan Altundal