Yaz mevsimi içindeyiz ya, medyada ve vitrinlerde kadınlara ideal bir vücutla plajlarda görünmeyi vaad eden reçetelerden, kamplardan ve markalardan geçilmiyor. “Fazla kilo” diye anılan bir kâbus her zamankinden çok bir görüntü kirliliği sebebi sayılıyor yaz aylarında. Afişlerle, panolarla, reklamlar ve reçetelerle sürdürülen baskı şişman-zayıf bütün kadınları kuşatma altına almaya çalışıyor. Yaz ve deniz kadın vücudundaki fazlalık sayılan kiloları gösteriyor bu yüzden, kadınlar plajı müdavimi yazlıkçılar için bile.
Kadının kilo alması bir problemse, bu kilolarla ortalıkta görünmesi kabul edilemez bir küstahlık sanki! Her yıl bahar geldiğinde gazetelerden yağan talimatlara göre bir rejim furyası başlatılıyor. Rejim sektörü verilen kiloları koruma taktiklerini de kuşatacak şekilde baskısını sürdürüyor. Televizyon, sinema ve popüler kadın dergileri bu baskının içselleştirilmesinin araçları.
Kadın obezdi ve insanlar ona gülüp de çocuklarını üzmesin diye evinden dışarı çıkmıyordu, Lasse Hallstrom’un yönettiği Johnny Depp’in başrolünde oynadığı “Gilbert Grape’i Ne Yiyor?” (1993) isimli filmde. Evin zemin katından birinci kattaki yatak odasına gitmesi bile olay oluyordu obez annenin. Böyleyken an geliyor, savunmasız çocuğunu korumak için karakollara kadar uzuyordu yolu. Geçtiği yollarda seyir ve eğlence konusu olması çocuklarını kahrediyordu. Sonunda evinde öldü, yukarı katta ve çocukları evi yaktılar; anneleri cenaze sırasında başkalarına eğlence konusu olmasın diye.
Kim bu yakılarak eğlenceli seyrin nesnesi olmaktan kurtarılan kadın ve binlerce yılın ardından heykelcikleriyle gününüze ulaşan şişkin bedeninin içine gömülmüş Willendorf Venüsü’nden neyi eksik... Hititler zamanında yaşasaydı, kıymetini bilen çok olurdu. Yağlarıyla, selülötleriyle, yağ katmanlarıyla barışık bir kadın-heykel, Willendorf Venüsü. Kadının buğday başağıyla bir tutulduğu zamanların güzeli; belki de her yıl doğuruyor ve doğurdukça da tahtı yükseliyordu. Kimse enini boyunu görünmeyen mezuralarla ölçmüyor, gözleriyle tartmıyordu. Kendini salmaya hakkı vardı: Karnının katmanlarında bir can hayat bulmaktaydı çünkü.
Fazla kilolar, eski çağlarda olduğu gibi kadının doğasının kendiliğindenliğine yönelik bir iltifat kaynağı değil çoktandır, bir depresyon göstereni. Eski Taş Çağı diye isimlendirilen çağda yaşamıyoruz. Popüler kültürü biçimlendiren, Apolloncu gözün milimlerle oynayan bakışı. Yanıma yakışmıyorsun bu halinle, seni uyarıyorum, demişti kocası, dört hamileliğin bıraktığı kilolardan kurtulmayı başaramayan arkadaşıma. Onunla sokağa çıkmamak için bahaneler uydurmaya başlamıştı. Her zaman iştahlı bir kadındım ben, diye savunuyordu o da kendini, gözleri yaşararak. Ve iştahlı olsam da dikkat ederim sofra adabına; sofra kültürünün önemsendiği bir ailede yetiştim. Gençliğimde, hiç rejim yapmadım, yine de öylesine zayıftım ki anneannem, azıcık kilo al kızım, derdi, rahmin sarkacak, çocuk doğuramazsın sonra!
Dengesini bozan, kan iğneleri oldu.
Şimdi ona ameliyat öneriyorlar. Mide kelepçesine hiç sıcak bakmıyor; bu yüzden ölen ölene gibi görünüyor çünkü. Lokal anesteziyle fış fış çaresine bakılıyormuş yağların; tasviye edenler oluyor. Sporla değil cerrahiyle sürdürülüyor kilo atma ve yeni bir biçim kazanmanın çileli yolculuğu. “Bambaşka biri olacağını” söyledi, geçireceği ameliyatlar konusunda onu yüreklendirmeye çalışan bir uzman.
Abdurrahman Dilipak, bir konuşmasında hitap ettiği kadınlara “şişmanlıkları yüzünden badi badi yürüdükleri için kocalarını kendilerinden uzaklaştırdıkları” şeklinde bir eleştiri yöneltmişti. Dilipak bu eleştirisini elbet gözlemlerine dayanarak ve ihmal edildiği hissi içindeki kadınlar için kaygılandığını anlatan bir iyi niyetle dile getiriyordu. Gelgelelim hitabettiği dini bütün kadınların şişmanlığı gibi kilo verebilme imkânları da bir bağlamla ilgilidir. Ailenin düzeni, bütün aile fertlerini bir araya getiren akşam sofrasının neşesine bağlıdır büyük ölçüde. Yapılacak işler zihinde sıralanırken seçimlerde bulunmak gerek. Eksik ya da fazla adımlar yüzünden karışacak bir aile düzeninin ağırlığı kadının üzerine bazen kilolar halinde çöküyor. O kadın badi badi yürüyüşüyle hem namazlarını camide kılacak, hem güzel ve bakımlı görünmesini sağlayacak işlemlere açılacak, hem ev işlerini yaparken bir taraftan da mükellef akşam sofrası için çaba gösterecek, hem de elbet beynini geliştirecek! Cemaat etkinliklerini sürekli kılan çabaları da unutmamalıyız. Gün sonuçta yirmidört saat; bakalım bir kadın Dilipak’ın dediği şekilde akıp giden hareketli bir programı aile bireylerinin yardımı ve anlayışı olmadan nasıl gerçekleştirebilir...
Çok fazla beklenti (kusursuzluk beklentisi) bir yerde mücadeleden vazgeçmeye zorluyor etrafı kalabalık yalnız yolcuyu ve kadın ola ki ailesinin (ve ruh sağlığının) selameti adına kiloların rehavetine teslim oluyor. Bu teslimiyetin popüler kültürün abartılı idealleştirmelerinin baskısıyla bir ilgisi olsa gerek. Bir taraftan da rejim sektörü ve onunla bütünleşen sağlık ve güzellik vaad eden sektörler başka türlü bir dinamizmin, bir beden algısının mümkün olduğuna inanmayı güçleştirecek şekilde bütün ufukları afişlerle, posterlerle kuşatıyor.
Popüler kültürün tüketicileri üzerindeki bir başka etkisi, kadın bedenine parçalı bir bakışın yaygınlaştırılmasıdır. Bu parçalı bakış, bütünsel hayat telakkilerine özgü sorumlulukların ve inceliklerin, popüler kültürün sunduğu kolaylıklar yüzünden paranteze alınmaları nedeniyle de yayılıyor, dağılıyor. Öyle ki an geliyor, iftar sofraları kurmaya hazırlanan kadın dahi (sadece bedenini değil) bütünsel varlığını da parçalara bölen bakışın kıstaslarıyla ölçüp biçmeye zorlanıyor.
Kendi var olma ve görünme yollarımıza ne kadar inandığımızda düğümleniyor bütün mesele. Müminin mümine ayna olamadığı yerde tesettür defileleri alıp başını giderken, cemaate mensup kadının badi badi yürüyüşü bir tür sessiz protestoyu dillendirmeyi sürdürecektir. “Bir beden ancak ona bütünlük kazandıran ve canlılık veren kişisel ya da tinsel bir projesi veya amacı varsa sağlıklı olabilir” diye yazıyor Luce İrigaray. Giyim tarzı ya da bizatihi kişisel zevk, doğal olarak bir beden görüşü temelinde biçimleniyor, bu oluşum da büyük ölçüde fiziki veya sanal bir çevreyle bütünleşiyor.