Demokratik sistem, hukukun hakimiyetini ve fertlerin temel hak ve özgürlüklerini garantiye almak için "yasama, yürütme" ve "yargı"yı birbirinden bağımsız üç "erk" olarak ele almıştır.

Fakat uygulamada ortaya çıkan aksaklıklar, çoğu ülkede yasama ve yürütmenin aynı veya birkaç partinin elinde toplanması ve öyle anlaşılıyor ki, uygulamayı yapacak kişilere duyulan güvensizlik, bir de belli hakim kesimlere hizmet eden ideolojik tercihler, "seçtiği temsilciler vasıtasıyla halkın kendi kendini idare etmesi" demek olan demokrasiyi, "seçilmiş" ve "atanmış" kurumlar arası mutabakat yönetimi haline getirmektedir. İkinci olarak, bütün dünyada demokrasi, atanmış kurumlardan da öte tesire sahip, hattâ kısmen onları da etki altında tutan sermaye ve medya ile, buzdağı gibi, suyun yüzündeki kısmı küçük ve "yasal" da görünse, derindeki büyük kısmı mafya görünümü arz eden bazı örgütlerin, Türkiye gibi ülkelerde ayrıca silahlı gücün yönlendirmesi altındadır. Dolayısıyla her yerde demokrasi, G.Orwell'in meşhur Hayvan Çiftliği romanında yönetimi ele geçiren hayvanların liderlerinin, devrimci yönetimin anayasasının "Bütün hayvanlar eşittir" maddesini bir gece "Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha çok eşittir"e dönüştürüvermesinde olduğu gibi, "Bütün fertler eşittir, ama bazı fertler, bazı aileler, bazı kurumlar daha çok eşittir" şeklinde uygulanmaktadır.

Kişiler ve kurumlar arası bütün anlaşmazlıklarda nihaî çözüm mercii yargıdır ve dolayısıyla, yasama ve yürütme organlarına güven duyulmazken yargıya mutlak güven esastır. Ama elimizde, yargıyı temsil edenlerin, yasama ve yürütmeyi temsil edenlerden daha güvenilir olduğuna dair hiçbir müşahhas delil yoktur. Doktorlardan Hipokrat yeminine bağlılık beklendiği gibi, yargıyı temsil edenlerden de hukuka bağlı kalmaları beklenmektedir ve doktorlar için de, yargıçlar için de lâik sistemde bu beklentinin tek garantisi, kişinin vicdanı ve toplumsal sorumluluk duygusudur. Gerçi, yargının kararlarını denetleyen daha üst yargı organları vardır; ama bu denetleme, toplama sağlamasında bir üstten alta bir de alttan üste toplama yapma gibi, her zaman yanlış çıkma ihtimali olan bir niteliğe sahiptir. Son yıllarda en yüksek yargı organı Anayasa Mahkemesi'ne gelen pek çok davalarda, merhum Özal'ın tayin ettiği iki üyenin farklı, Demirel ve Sezer'in tayin ettiği üyelerin farklı karar vermesi, şu son meşhur 367 meselesinde verilen kararın hukukçuların çok büyük çoğunluğu tarafından yanlış, hattâ Anayasa'ya aykırı bulunması, Şemdinli davasında yaşananlar gibi pek çok örnekler, yargıya güven duyulması gerektiği tezini zayıflatmaktadır.

Bu nokta, Genelkurmay Başkanı'nın terörle ilgili olarak, "Bizi bağlayan kurallar var, PKK için yok. İmam da, muhtar da PKK'lı olursa?" şeklindeki sızlanmasıyla da ilgilidir. Devlet ile terör örgütünü birbirinden ayıran, birinin eylemlerine meşruiyet kazandırırken, diğerini gayr-ı meşru yapan faktörlerin başında, Genelkurmay Başkanı'nın sızlandığı kurallar, yani hukuk gelir. İşte terörü azdıran, ona ve terörist yetişmesine zemin hazırlayan sebeplerin en önemlilerinden biri de hukuksuzluk, terörle mücadelede zaman zaman hukuk dışına çıkıldığı şüphe ve iddiaları değil midir? İkinci olarak, asıl sızlanılması gereken nokta, "İmam da, muhtar da PKK'lı olursa?" değil, "İmam da, muhtar da neden PKK'yı destekliyor?" olmalıdır. Geçen gün bir kanalda MHP temsilcisi çok üst perdeden konuşuyordu: "İran, Irak, Suriye, Türkiye Kürtleri ve Türkler, hep bir aileyiz!" diye. Bırakın İran, Irak ve Suriye Kürtlerini, Türkiye Kürtlerinin kaçta kaçı artık Türkiye'yi veya nasıl bir Türkiye istiyor? Güneydoğu'da PKK'nın siyasî sahadaki yansıması olarak görülen partilerin son 10 yıldır en çok oy alır hale gelmesi, bir açıdan bu yöre halkımızın kaybedilmeye başlanması ve dolayısıyla terörle mücadelede başarısızlık anlamına gelmiyor mu? Bütün politikalar irtica ve bölücülük adı altında bizzat ülke halkıyla, onun inancı ve değerleriyle, demokrasi ve cumhuriyet iddialarına rağmen halkın seçtikleriyle mücadele üzerine oturtulursa, başka nasıl bir sonuç çıkabilirdi ki?

 

Kaynak: Zaman