Bugünkü içeriği ile hukuk kavramı bizler için epeyce yenidir. Bu topraklarda 'hukuk' âdetlerin, geleneklerin ve hatta alışkanlıkların çerçevesi olarak anlaşılmış, gündelik hayatın idamesini kolaylaştıran bir muğlak düzenleme duygusu içinde algılanmıştır.   
 
Günümüzde kullanılan 'hukuk' ise modern dünyanın ürettiği ve genel yönetim sistemi içindeki işlevinden hareketle tanımlanan bir kavram... Modernliğin kritik farklılığı relativizmin doğal bir kabul haline gelmesiydi. Diğer bir deyişle doğruların kimsenin tekelinde bulunmadığını, öte yandan her bireyin doğrunun bir parçasına sahip olabileceğini, ancak bu parçaların nesnel bir 'üst' yetke tarafından mukayese edilip değerlendirilemeyeceğini söyleyen bir bakış, tüm iktisadi, sosyal ve siyasi alanı belirledi. Böylece 11. yüzyılda başlayan özgür kişinin hak ve özgürlüklerinin ne olması gerektiği arayışı, özellikle ulus-devletlerin oluşması ile birlikte vatandaşın hak ve özgürlüklerinin devlet karşısında nasıl çizileceği tartışmasına dönüştü. Yanıt ise relativizmi bir ideolojik kalıba döken liberalizm sayesinde verildi... Buna göre doğrular kimsenin tekelinde olmadığına göre, devlet yetkililerinin de elinde değildi. Dolayısıyla toplumsal kararların olabildiğince yaygın bir katılım içinde oluşması gerekmekte, devlet ise toplumsal tercihlerin hayata geçirilmesi noktasında işlevsel olmalıydı. Ne var ki söz konusu 'katılım' bir konuşma ve tartışma zorunluluğundan ziyade 'beyanı' ima ediyordu. Çünkü her bireyin başkalarının deneyimleriyle mukayese edilemeyecek bir geçmişten gelmesi onu benzersiz kılarken, gerçek bir uzlaşmayı son derece güçleştiriyordu. Bu nedenle de herkesin fikirlerinin toparlanması ve bu fikirler arasında niceliksel ağırlığın nerede olduğuna bakarak yol alınması en akılcı önermeydi. Liberal demokrasinin 'seçim sandığını' temel alan mantığının dayanağı da buradadır...

Seçimlerin bir anlam ifade edebilmesi için...

Liberal demokrasilerde seçimlerin işlevsel olabilmesi ise bazı koşullar gerektirir: Her şeyden önce seçimlerin sonuçlarının işlevsel olması garanti altına alınmalıdır. Yani seçimi kazananların iktidar olması, kaybedenlerin de iktidardan gitmeye razı olmaları gerekir. Ayrıca farklı fikirlerin temsilinin sağlanabilmesi açısından siyasi parti kurma ve kapatmanın, parti üyeliğinin serbest olması, toplumsal hareketliliğin siyasi alana doğrudan yansıması beklenir. Doğal olarak bu düzenlemeler siyasetçilerin tercihlerinden bağımsız ve o tercihlerin 'üzerinde' bir konu olarak saptanacaktır. Aksi halde liberal demokrasinin sürekliliğinin hiçbir garantisi kalmaz ve gücü elinde tutan bir iktidarın seçimleri askıya alması çok muhtemel hale gelir. Diğer bir deyişle eğer siyaset bir 'oyun' ise, hukuk da oyunun kurallarıdır ve hiçbir oyuncu söz konusu kurallara itiraz edemez. Aksi halde 'meşru' bir oyuncu olmaz.

Liberal demokrasilerde hukukun işlevi bu çerçeve düzenleme ile sınırlı değildir. Çünkü bir yandan toplum sürekli değişim içinde bir organizma olduğu ölçüde yeni talepler seçimleri beklemeden ortaya çıkacak; diğer yandan da iktidarı elde tutanların gayrimeşru tasarruflarına meydan vermeyecek bir denetleme ihtiyacı doğacaktır. Çünkü iktidarın yakın ve sürekli bir denetiminin mümkün olmadığı, muhalefetin iktidarı hukuk mercilerine her an 'şikayet' edemediği bir sistemde, iktidarın gücü her türlü denetim imkanını ortadan kaldırabilir. Dolayısıyla liberal demokrasiler 'kuvvetler ayrılığı' denen ilke olmadan ayakta kalamazlar. Hukukun siyasi iktidarın etki alanı dışında tutulduğu, yasalar değişse bile yasalara uyum sağlama zorunluluğunun iktidar dahil herkes için eşit uygulanacağının teminat altına alındığı bu ilke sayesinde, oyuncular ve oyunun mahiyeti değişse bile oyunun kuralları her an için bellidir ve bu alan iktidarın dokunamayacağı kadar uzaktadır.

Böylece sadece oyuncular yani siyasi partiler değil, oyunun kendisi yani liberal demokrasi 'meşru' hale gelir. Böyle bir sistemde toplumsal taleplerden seçimlere, oradan meclisin oluşumuna, hükümete ve nihayet yargıya uzanan bir bütünsellik vardır. Her bir unsurun hareket alanı, yetkileri, nasıl dengeleneceği veya denetleneceği bellidir. Liberal demokrasilerde her şeyin denetimi mümkün olmasa bile, en azından onu dengeleyecek bir yapılanma söz konusudur. İşte bütün bunları bir bütünsellik içerisinde toparlayacak kurallar manzumesi de 'hukuk' dediğimiz şeydir... Bu nedenle hukuk yargıdan farklı, içinde hiçbir güç nosyonu barındırmayan, sadece anlaşılmış olan oyun kurallarını akla, vicdana ve tutarlılığa dayanarak saptayan bir 'üst' düzenlemedir. Nitekim 'hukuk devleti' tanımı da bir ülkede böyle bir 'üst' kurallar manzumesinin varlığını ve gücü ne olursa ve kim olursa olsun her kişi veya kurumun bu kurallara uyduğunu ifade eder. Kısaca söylemek gerekirse, liberal demokrasilerde sistemin meşruiyeti bir 'hukuk devleti' olunmasından kaynaklanır. Yargı mekanizmasının veya yasaların varlığı ise açıktır ki gerekli olmalarına karşın, yeterli bir koşul oluşturmaz. Çünkü meşruiyet bizzat yargının ve yasaların da hukuka uygun olmasını gerektirir.

Bu noktada liberal ideolojinin bir açmazı ile karşılaşırız: Eğer hukuku bu şekilde kuvvetler ayrılığının ve toplumsal tercihlerin de üzerinde konumlandırmak zorundaysak, elimizde hiçbir referansın olmadığı, neredeyse ilahi bir hukuk kavramına muhtaç bir duruma düşmez miyiz? Liberalizmin buna yanıtı hukukun 'evrensel' normlarda aranması gerektiğidir. Yani insanlığın bugüne kadar biriktirmiş olduğu tüm deneyimlerin süzgecinden geçmiş, bir insanlık mirasına dönüşmüş olan kazanımların hukukun referansı olması beklenir. Liberal demokrasi hukuk sayesinde meşruluk kazanırken, hukuk da insanlığın evrensel 'doğası' ile bütünleşerek meşru hale gelmektedir.

Batı'da gelişen bu sistem bizlere hayli yabancıdır... Osmanlı'da kritik kavram hiçbir zaman 'hukuk' olmamış, hatta sahip olunan hak ve imtiyazlar bu kelimenin altında serbestçe kullanılmıştır. Ataerkil bir anlam dünyasına sahip olan Osmanlı için asıl önemli olan 'adalettir'. Hemen herkes devletin gücü ve bekası ile, reayaya adil davranma arasındaki ilişkiyi betimleyen 'adalet dairesini' duymuştur. Buna göre halka adil davranmak, onun hayatından memnun olmasını ve zenginleşmesini sağlar ve bu da daha fazla asker besleyebilen, yani daha güçlü bir devletin oluşmasını ifade eder. Günümüzden geriye bakıldığında bu adalet tasavvurunun pek savunulabilir bir tarafı yoktur: Devleti sadece askerî güçle tanımlamanın, yani özünde militarist bir devlet eğiliminin varlığı yanında, asıl önemlisi adaletin yararcı bir bakış içinde ele alınması ve ilkesel bir temele oturtulmamasıdır. Ancak bu bakış ataerkil zihniyet içinde ele alındığında hiç de yadırgatıcı değildir. Çünkü her varlığın ilahi bir hiyerarşi içinde kendine özgü anlamının olduğu, eşitliğin neredeyse kuramsal olarak anlamsız hale geldiği bu bakış altında, 'adalet' esas olarak var olan dengelerin korunmasıdır. Diğer bir deyişle Osmanlı'da 'adalet' olması gereken düzenlemeleri değil, bozulmaması gereken nizamı ima eder.

Bu anlam dünyası içinde 'hukuk' ise adaletin koruyucusu, onu işlevsel kılan düzenlemelerdir. Dolayısıyla bizde hukuk, nihayette yasaların çok ötesinde bir kavram olmayıp, onların tutarlı bütünselliğini ifade etmektedir. Bunun gündelik hayattaki karşılığı ise yasaları tamamen faydacı bir bakış içinde değerlendiren bir toplumdur. Kendi çıkarına uygun yargı makamına müracaat etme, rüşvet sisteminin açıkça yürütülmesi, daha güçlü olanın daha fazla 'adalet' bulduğu bir düzen üretmiştir. Bunda garipsenecek bir şey de yoktur, çünkü en tepede yer alan Padişah'ın kendisi de aynen böyle davranmakta, yasaları istediği gibi değiştirmekte ve yorumlamakta, karşı çıkan yargı mensuplarını ise sürgüne gönderebilmekte veya azledebilmektedir.

Sonuç olarak Osmanlı mirası açısından elimizdeki hukuk anlayışı modern Batı dünyasının ürettiğinden çok farklıdır ve gücün üzerinde bir ilkesel denetleyici olarak değil, aksine güce tabi bir yönetimsel düzenleme olarak 'hukuk' kavramının bizlere daha yakın olduğu söylenebilir. Cumhuriyet rejimi ise Osmanlı'nın mirasından kopma gücüne sahip değildir... Yeni yönetim kültürel kimlik açısından Osmanlı'yı reddetmiş, yani dinsel kimliği temel alan bir vatandaşlığı dışlamıştır. Ancak buna karşılık siyasi kültür, anlayış ve zihniyette bariz bir süreklilik bulunmaktadır. Devletle toplum arasındaki mesafe ve hiyerarşi değişmemiş, toplumun devlete edilgen bir biçimde tabi olması gerektiği anlayışı daha da güçlenmiştir.

Bunun nedeni Türkiye'nin yeni yönetici elitinin modernliği kavramakta yetersiz kalması veya bilinçli olarak modernliğin asli niteliğini dışlayan bir çizgi izlemesidir. Çünkü Cumhuriyet modernliğin relativist temelinden hiç esinlenmemişçesine davranmış, modern olmayı dinden uzaklaşmaya indirgemiştir. Böylece ataerkilliğin mahkûm edildiği, ancak relativizmin hayat alanı bulamadığı bir sistemde otoriter zihniyetin mutlak hâkimiyetini ilan etmek mümkün olmuştur. Bunun anlamı devletin kendinden mülhem tasavvurları olan bir elitizmin siyasi aracı haline gelmesidir. Düşünün ki Osmanlı'da devletin ve Padişah'ın kararlarının meşruiyeti nihayette dinle ve adaletle sınanmaktaydı. Bu alanda ise en yetkin kişinin Padişah olmadığı, dini ondan çok daha iyi bilen birçok insanın var olduğu açıktı. Oysa Cumhuriyet yönetiminde devletin ve yöneticilerin vazettiği 'modernliği' onlardan daha iyi bilen yoktu! Çünkü bu modernlik Batı'daki muadillerinden epeyce farklı 'bize has' bir öğretiydi ve nasıl yaşanması gerektiğini de içimizdeki en 'modern' kişi, yani Cumhuriyet'in kurucusu bilmekteydi...

Bu yapılanma hukuku anlamsızlaştırmakta gecikmedi. Türkiye yurtdışından yasaları aldı ama uzun süre yargı mekanizmasını bağımsızlaştıramadı. Ardından siyasi alanın çoğullaşması karşısında ise bizzat yargının devletin içine çekildiğine ve siyasete karşı devlet ideolojisini savunan bir güç odağı olarak tasarlanmasına tanık olduk. Diğer bir deyişle Türkiye'de Batı'daki gibi oyunun kurallarını koyan ve sahiplenen evrensel bir hukuk anlayışı hiçbir zaman olmadı. Türkiye bir 'hukuk devleti' değil, hukuku yasalara ve kurumsal güce indirgeyen faydacı bir rejim üretti.

İddianameyi anlamlı kılan misyon

Bu rejimin meşruiyeti ise bizzat kuruluşundan gelen manevi güçle bağlantılandırılmıştı. Ne var ki meşruiyetin insanlığın evrensel birikiminde değil de, Cumhuriyet'in kurucusunun, yani tek bir kişinin söylediklerinden veya söylemiş olduğu varsayılan sözlerinden türetilmesi, rejimi sürekli bir meşruiyet sorunu ile yüz yüze getirdi. Çünkü söz konusu kişiyi yaşamadığı halde yaşıyormuş gibi telakki etmek, bizim tercihlerimizin ne olması gerektiğini bizden daha iyi bildiğini varsaymak gerekiyordu. Bu ise hele günümüzün dünyasında akla yatkın bir önerme olamazdı...

Böylece hukukun yeni misyonu gündeme geldi... Hukuk, devletin resmi ideolojisinin devam edebilmesi için gereken yasal çerçevenin korunması olarak anlaşıldı. Yargı ise söz konusu misyonun bizzat toplumsal taleplere ve değişime karşı savunulmasını yüklenen yürütücü aktördü. Dolayısıyla bizde yargı gerçekte bir 'üst' yürütme gibi davranabilmekte, resmi ideolojiye uygun bulmadığı siyasi aktörleri oyunun dışına atma cesaretine sahip olabilmektedir. Ne var ki bu strateji ancak oyunun bir bütün olarak meşru kılınmasıyla mümkündür. Batı'da liberal demokrasinin meşruiyeti kimseyi kayırmama, evrensel kabuller çerçevesinde her görüşe eşit mesafede durma taahhüdüyle sağlanabilmiştir. Bizde ise oyunun kuralları açık bir biçimde devlet bürokrasisini ve resmî ideolojiyi kayırma üzerine oturmaktadır. Batı'da hukukun farklı görüşlere eşit mesafe alması, toplumsal dinamiğe saygıyı ifade eder... Bizde ise yargının resmî ideolojiye kapılanması, toplumu dışlayan bir siyaseti ima eder...

Bu arka planı dikkate aldığımızda Yargıtay Başsavcısı'nın nasıl olup da böylesine zayıf bir iddianame metni üretmekten gocunmadığını, hatta bunun "son derece titiz" bir çalışmanın ürünü olduğunu söyleyebildiğini anlıyoruz. Ama daha da önemlisi niçin yasalarımızda 'odak' kavramının bulunduğunu da idrak ediyoruz. Çünkü 'odak' kavramı suç işlememiş kişi ve kurumların bile, sanki suç işlemişlercesine, siyasetin ve iktidarın dışına itilmesini mümkün kılıyor. Ortada meşruiyet sorunu olan koca bir hukuksal yapılanma var: Ne toplumdan ne de evrensel normlardan hareket etmeyen bir yasal sistemin 'hukuk' olamamaktan gelen meşruiyet sancılarını yaşıyoruz...
 
Kaynak: Zaman