Hemen her gün aynı konuyu yazıyoruz. Doğu – Güneydoğu'da yaşanan sancı ve onun teröre kadar, Kuzey Irak'a kadar, hatta Washington'a kadar uzanan boyutlarını...
Bu iş Türkiye için adeta hayat – memat meselesi.
Unutmamak gerekiyor ki 30 bin can demek bu, ve yüz milyarlarca ekonomik kayıp demek...
Peki planımız, programımız, iyi düşünülmüş, tasarlanmış stratejilerimiz var mı?
Terörle mücadele nereye gidecek, operasyonun sonucu ne olacak, Diyarbakır'daki işsiz Kürt genci, köyünden uzaklaşmış aile, Mersin'de sinir uçları etnik bilinçle uyarılmış insan n'olacak?
Doğru yolda mıyız?
Bu konu ile ilgilenirken yol haritamız sağlıklı mı?
Ülkenin kaynaklarını seferber ederken, gerçekten makul, verimli, sonuç alıcı adımlar atmakta mıyız?
Bir yandan taa Amerikalara kadar gidip müzakereler y.apıyoruz.
Bu soruların cevabının çoktan verilmiş olması lazım.
Peki ben niye soruyorum?
Bakınız, bir gazetecimiz, başarılı bir çalışma yaparak, geçtiğimiz 24 yıl içinde görev üstlenmiş Genelkurmay başkanları ve etkili komutanlarla görüştü.
Org. Evren, Org. Güreş, Org. Karadayı, Org. Özkök ve Org. Yalman... Hepsi, terörle mücadele döneminin etkin komutanları...
Komutanlar çok ilginç açıklamalar yapmışlar, yapıyorlar.
Bu konuda en hayati sorular şunlar değil mi?
-Geçen zaman içinde hadise neden terör boyutuna geldi?
-Ve 1984'ten bu yana, 23 yıldır, neden terörün kökü kazınamadı?
Komutanların açıklamalarında bu soruların cevabına ilişkin belirgin ipuçları bulunuyor.
Mesela, Org. Aytaç Yalman, 2. Ordu Komutanı iken askeri birliklerin Suriye sınırına intikali operasyonunu sürdüren, sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini üstlenen başarılı bir asker.
O diyor ki:
"Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye'nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu."
Peki sosyal boyut ne? Komutanın cevabı şöyle:
"Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun 'kendini ifade' olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor."
Komutana göre bu gerçek görülmemiş.
Peki ne olmuş?
İşte orada özeleştiri başlıyor.
Diyor ki Org. Yalman:
"Oysa, bizler o dönemde, 'Kürt yoktur' diye eğitilmişiz.
Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz.
Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor.
O dönemde sosyal istekleri bile biz 'yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüyoruz.
Bu durum iki noktayı gösteriyor:
1-Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz..."
Buradan çıkan net sonuç şu:
Sorun zamanında görülmeyince çözüm de zamanında üretilmiş olmuyor.
Ondan sonra gelsin kaynak israfı.
İnsan kaynağınızdan 30 bin can.
Ekonomik kaynağınızdan 300 milyar dolar...
Bunun yanında, okuyamayan çocuklar, travma geçiren aileler, köyünden kopmuş insanların savruluşu, büyük şehirlerdeki dramatik sonlar, ülke olarak bölünme kaygısı, ve dev gibi bir güvenlik sorunu... sonra riske giren toplumsal barış...
Şimdi öyle bir noktaya gelmişiz ki "Kürt var" demek bile ortamı gerebiliyor.
Oysa var. Dünyada Kürt de var, Arap da var, başka başka ırklar da var. Bunları tek ırka indirmek asla mümkün değil. Yaratılışa aykırı. hatta Yaratıcı'ya muhalefet.
Allah öyle yaratmış... Şu veya bu ırkta, şu veya bu renkte...
Aslında bizim değerler dünyamız bütün bunları yerli yerine oturtmuş.
Bir kere hiçbir kimseyi yaratıldığı ırkından, renginden dolayı kınama hakkı verilmemiş.
Ama biz, değerler savruluşu da yaşıyoruz.
Düşünmeli ki bunu, en yüksek yönetim kademeleri seviyesinde yaşıyoruz.
Aradan yıllar geçiyor ve bir gün "Meğer biz yanlış yapmışız" noktasına geliyoruz.
Türkiye şu anda, tam da bu alanda en sancılı günlerini yaşıyor.
Bundan kaç yıl sonra bir siyasi – askeri lider çıkıp "Biz meğer yanlış düşünmüşüz" deme lüksüne sahip olabilir ki?
Yanlış düşünmüş, bir sosyal hadiseyi, terör vakıasına dönüştürmüşüz.
Bugün tüm Ortadoğu'da kartların yeniden karıldığı bir zamanda yanlış düşünme lüksümüz olmadığına inanıyorum.
Burada birinci önceliğin de içerde, toplumsal yapıda fay hatlarının oluşmamasında bulunduğunu düşünüyorum. Bana göre Türkiye bütün emeğini öncelikle bu alana yöneltse yeridir. Türkü, Kürdü, Arabı, Çerkezi, Lazı ile kardeşlik ikliminde yoğrulmuş bir Türkiye...
Ben Türkiye'nin, fesat ocaklarını devre dışı bırakacağına ve bu kardeşlik iklimini başaracağına hala inanıyorum.