Ortadoğu'nun boynuna asılı yaftada okunan cümlelerden bazıları: Radikal İslamcı şiddet, insanlara dini yaşam tarzının zorla dayatılması, dini kuralların zorla hayata geçirilmesi, insanları dini kurallara uymaya zorlamak...
Bu cümlelerin bolca kullanıldığı ve şiddet içerikli görüntülerle desteklenen olayların dünyayı ayağa kaldırdığı sırada Londra'da çıkan bir haber fazla etki yapmadı. Londra'nın Stamford Hill bölgesinde bir dinî grup, inançları gereğince kadınların caddenin belli bir tarafının dışındaki yerleri kullanmalarını yasaklayan afişler asmış. Kadın ve erkek ayrımının çok rijit olduğu bu dini grubun görüşüne göre yolda iki cinsin karışmaması, karşı karşıya gelmemesi için kadınların yolun bir tarafında yürümeleri isteniyor. Hackney Belediyesi bunun kabul edilemeyeceğini açıklayarak afişleri kaldırmış. Ancak haberden dünyanın en önemli metropollerinden biri olan Londra'da, şehrin merkezinde bir bölgede, afişlerin ne kadar asılı kaldığı, belediyenin neden buna göz yumduğu, afişleri asanlara herhangi bir yasal işlem yapılıp yapılmadığı hakkında bir fikir edinemiyoruz. Üstelik Ortadoğu'da radikal dinci bir harekete karşı askeri koalisyona katılan İngiltere'nin başkentinde, seküler toplum hayatını tehdit eden bir tehlike olarak algılanıp algılanmadığı, eğer algılandı ise ne tür tedbirler alındığı yönünde de bir fikir sahibi olamıyoruz. Habere konu olan afişlerin asılı olduğu semtin ismini duyar duymaz bir zamanlar ikamet ettiğim, Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı semte doğru yola çıktım adeta...
Tuğla örülü iki katlı bahçeli evlerin, yanyana dizildiği, bir yabancının hemen farkedildiği çıkmaz sokakları olan Londra'nın Stamford Hill semti... Özellikle cumartesi günleri siyah uzun elbiseli, siyah şapkalı, gür sakallı erkeklerin saç kakülleri yandan sarkan küçük çocukların ellerinden tutarak yürüyüşlerini hatırladım. Damdaki Kemancı filminin sahne ve dekoru sanki hiç değişmemişti. Biraz daha modern bir ortamda aynı tavır ve eda ile kendi varoluş şartlarından memnun Yahudiler hiç de azınlık gibi durmazlardı. Taşkınlıkları, şımarıklıkları sezilmezdi ama hiç ezilmiş, azınlık halleri de yoktu. Bu halleriyle saygı uyandırırlardı bende. İş hayatında, toplumun değişik kesimlerinde karşılaştığım Yahudilerden farklıydılar. Belki de bu özgüvenlerinin daha seküler görünen, modern hayata adapte olmuş, siyasetten iş hayatına, medyadan akademiye farklı alanlarda önemli yerler edinen Yahudi kökenli temsiliyetin etkisi vardı. Ama her hallerinde ayrıcalıklılık duygusunu hissetmemek mümkün değildi. Ayrıcalıklı olduklarını nasıl hissediyorduk? Belki de okuduğumuz Yahudi ve Siyonizm karşıtı propaganda eserlerinin tesiriydi.
Bir gece kaldığım evin kapısı çaldığında karşıma Polonya kökenli Yahudi komşu çıktı. Teklifsizce kahve içmeye gelmişti. Yuvarlakça kafalı, biraz göbeği çıkmış, şen bir adamdı. Bu sefer gelişinde koltuğunun altında tuttuğu bir yığın büyük boy kitap dikkatimi çekti.
O da durumun farkında olmalı ki, belki de dikkatimi çekme isteğini gerçekleştirmiş olduğundan emin olarak hemen kitapları önüme doğru uzattı. Birini eline alıp hemen sayfalarını çevirmeye başladı. 'Şu resimleri görüyor musun?' dedi ve 'sözün bittiği yerdeyiz' dercesine Yahudi soykırımına dair fotoğraflarla baş başa bıraktı beni. 'Biz Yahudiler' dedi ve şöyle devam etti: 'Burada, Londra'da rahatımız yerinde hatta ayrıcalıklı denilebilecek bir konuma sahibiz. Kimse bize Yahudi olduğumuz için karışmıyor. Ama, hala her an böyle bir soykırımın başımıza gelebileceği korkusunu da derinliklerimizde hissederek yaşıyoruz. Bu korkuyu siz bilemezsiniz.' Hollywood filmlerinin abartılı Yahudi acındırmasına rağmen ve yine Siyonizm'i meşrulaştırıcı bir argüman olarak Batılıların vicdanına seslenen propagandaya dönüştüğü gerçeğine rağmen yaşanan acılar birilerinin içinde yerli yerinde duruyordu.
2000'li yılların ortalarında Viyana Üniversitesi'nden, aralarında şimdilerde üniversite hocası olan sosyolog Necmettin Doğan'ın da olduğu bir grup öğrenci Nuray Mert'le beraber panele davet etmişlerdi. Kaldığımız otele Avusturya devlet televizyonu röportaj yapmak için gelip çekim hazırlığını yaptığı sırada geleneksel Yahudi kıyafetli birinin bizi dikkatle izlediği gözümden kaçmadı. Daha sonra yanımıza gelip tanışmak istediğini izhar ederek sohbete başladı. Belli ki bir şeyler söylemek için fırsat kolluyordu. Meseleyi İsrail sorununa getirdi ve bu konuda Arapları desteklediğini İsrail politikalarına karşı olduğunu peş peşe sıraladı. Nedeni basitti, İsrail'in varlığı Tevrat'a aykırıydı, gerçek Yahudiliği kendileri temsil ediyordu. İsrail karşıtı bir Yahudi'yle karşı karşıyaydım ve hazırlıklı geldiği her halinden belliydi. Hemen dünya basınında kendisi ve grubunun çalışmalarıyla ilgili çıkan gazete küpürlerini önümüze sererek işi adeta görsel şova çevirdi.
Bir yanda soykırım korkusuyla ayrıcalıklı olmanın derin çelişkisi, diğer tarafta İsrail karşıtlığı ile mağduriyetin Siyonizm propagandasına dönüşmesi...
Yahudi kimliğini şekillendiren de tarih boyunca hep bu derin çelişki değil miydi? İnancı gereği Tanrı'nın seçtiği millet olma, üstün ırktan gelmenin verdiği üstünlük duygusu... Öte tarafta tarih boyunca adeta lanetlenmiş bir halk muamelesi görmenin travmasını yaşayarak şekillenen kişilik özelliği... Bu derin travma, inandıkları ile yaşadıkları, maruz kaldıkları arasındaki derin çelişki; Yahudilerin tavrını, hatta İsrail'in acımasız öfkesini açıklamak için ipucu verebilir. DEVAMI>>>