Denizci bir milletin nefse dönük hiciv de içeren bir atasözü var: Ya biz yanlış rotadayız ya da sahil yampiri duruyor! Cumhurbaşkanı seçimi konusu bana bunu hatırlattı. 
 
Devlet ve milletin sembolik; ama pratikte birleştirici unsuru da olan cumhurbaşkanı konusunun böylesine çatışmalara neden olması trajik bir ironi. Çağdaş devletlerde ister kral olsun ister cumhurbaşkanı, bu kimselerin bayrak gibi bir işlevi var: herkesindir. Türkiye'de sanki birilerinindir, 'karşı tarafa' kaptırılmamasına da özen gösterilmektedir. Bu makamın birleştirici özelliği, doğrudan da seçilse, halkın seçtiği milletvekilleri tarafından da seçilse, o makam krallarla olduğu gibi babadan çocuklara miras da kalsa, öyledir, öyle olmalıdır. Önemli olan, o koltuğa oturma biçimi değil, toplumun o şahsa verdiği anlam ve o şahsın topluma verdiği anlam, gösterdiği saygı ve güvendir. Yani sultanlar misali cumhurbaşkanları olabileceği gibi, parlamenter bir rejimde halkın saygısını kazanmış demokrat krallar da olabilir. Şekil ikincil değildir, bütünüyle önemsizdir-şekilci olmayan demokrasilerde.

Yunanistan bu badireleri nasıl atlattı?

Elli kadar yıl önce (1945-1950) kardeşin kardeşi öldürdüğü ve yıllarca sürmüş olan çok kanlı bir iç savaş yaşamış olan Yunanistan örneği ilginçtir. İç savaşın sonunda milletin sözde birleştirici makamı kral olmuştu. Ama 1950'lerden sonra kral yenenlerin safında bir taraftı. Ülkenin yüksek çıkarı ve komünizm tehlikesi adına (ya da bahanesiyle) parlamenter rejim hep aksak çalıştırıldı, bazı sol partiler yasaklandı, halkın oyu ile iktidara gelen liderler (örneğin Andreas Papandreu'nun babası Yorgos Papandreu) çeşitli oyunlarla istifaya zorlandı, iktidardan uzaklaştırıldı (1965). Bu oyunlarda kral ve ordu ortak davranmıştı. Seçimlerle istikrarsız parlamentonun düze çıkacağı da gözle görülür olunca bu kez albaylar cuntasının askerî darbesi geldi (21 Nisan 1967). Yedi yıl süren askerî rejimin yıkımı da 1974'te Kıbrıs'taki Makarios karşıtı darbe ile ve Türkiye'nin adadaki müdahalesiyle son buldu. Cunta, saklanacak delik aradı. Kendilerini demir parmaklıkların arkasında buldu. Millet iradesi egemen oldu. Kurtuluş o kurtuluş!

Ülke çok yüksek bir bedel ödeyerek bu serüvenlerden gerekli dersleri aldı. Referandum ile kral yerine cumhurbaşkanı makamı oluşturuldu. Cumhurbaşkanının yetkileri kısıtlandı ve parlamento halkın temel (ve tek) temsilcisi oldu. Ordunun sivil yönetime en ufak bir müdahalesi bir daha olmadı. Ordunun politik görüşlerini hiç kimse bir daha ne duydu, ne duymak istedi ne de duymaya tahammülü kaldı. Yani ordu sivil idarenin emrine girdi ve asli işine döndü.

Ama ilginç olan, cumhurbaşkanının kimlerden seçildiğidir. Son iki cumhurbaşkanı K.Stefanopulos ve K.Papulyas'tır. Birincisi sağın saygın politikacılarındandır, ikincisi solun lideri A.Papandreu'nun dışişleri bakanı idi. Sağ politikacıyı cumhurbaşkanlığı makamına solu temsil eden PASOK mecliste egemen olduğu dönemde önermiş ve (tabii) sağın oyları ile de seçilmişti.

Durum değişip Yeni Demokrasi mecliste çoğunluğu elde edince bu kez de solun eski dışişleri bakanını aday olarak göstermiş ve (tabii) solun oylarıyla da cumhurbaşkanı seçmişti. Artık bu yaklaşım bir içtihat oluşturdu. Mecliste egemen partiler muhalefetten saygın bir kimseyi kendi adayları olarak gösteriyorlar ve büyük bir konsensüs ile seçiyorlar.

Doğru dersleri çıkar(ma)mak

Bu örnekten yanlış sonuçlar çıkarmak çok muhtemeldir. Şekilciler, işte yapılması gereken budur, diyeceklerdir; AKP, örneğin Erdal İnönü'yü ya da Hikmet Çetin'i aday göstermeliydi diyebilirler. Oysa böyle bir görüş isabetsiz olmasa da eksiktir.

Çünkü böylesine geniş bir konsensüsün ön şartları vardır. Cumhurbaşkanının siyasi mücadelede taraf işlevi edindiği bir toplumda 'karşı tarafı' önermek o denli kolay değildir. CHP ve muhalefetin büyük bir kesimi iktidarı 'ötekileştirmiştir' artık. Milli bayrak bile bir kesimin 'iktidar karşıtı' simgesine dönüşmüştür.

Gelinciklerin kırmızıya boyadığı bir tarlayı anımsatan Türk bayraklı bir gösteri gördüğümde ilk aklıma gelen iktidar karşıtı söylemdir artık. Bu toplantıların uzun süreli olumsuz yanı da bu olsa gerek. Muhalefeti birleştiren bu eylem, toplumu, isabetsiz seçilen semboller yüzünden, 'ehl-i bayrak' ve 'ötekiler' olarak bölmüştür.

AKP'nin muhalefetten birini cumhurbaşkanı olarak önermesinin önkoşulu, muhalefetin de ileride şartlar değiştiğinde, Abdullah Gül ya da Tayyip Erdoğan gibi bir politikacıyı cumhurbaşkanı olarak görmeye eğilimli olabileceğini, bu konuda bir saplantısının olmadığını duyurmuş olmasıdır.

Tam tersi geçerlidir. İktidar düşman, tehlike, neredeyse hain ilan edilmektedir. AKP, rejim düşmanı ilan edilmektedir.

Takiyyesinden tutun da cumhuriyet karşıtlığına saldırıların duyulduğu ortamda konsensüsten söz etmek hiç de kolay olamıyor.

Ama asıl sorulması gereken soru başkadır: Toplumsal hoşgörü ve siyasi alanda farklılığın kabul edilememesinin nedeni nedir?

Konsensüs ya da 'asgari müşterek' millet/ulus olmanın ve olma iradesinin temel belirtisidir. Böyle bir iradenin ve pratiğin oluşmadığı toplumlarda da 'uluslaşma prosedürünün' farklı aşamalarından söz edilmesi gerekebilir.

Bu açıdan bakıldığında, vatan, millet, ulus lafını ağızlarından düşürmeyenlerin, sürekli çağdaş devleti koruma görevini üstlenenlerin, çağdaş ve ileri olduklarını söyleyenlerin, uluslaşma olayında geri kaldıkları; ve tam tersine bu uluslaşma aşamasını köstekledikleri söylenebilir. 'Ötekilerin' gerekli konsensüsü sağlama yolunda daha yatkın oldukları söylenebilir. Bu da bir paradokstur.

Kendilerine 'çağdaş' ve 'muhafazakar' diyenler pratikte ters roller üstlenmiş gibidirler. Bugünkü konjonktürde konsensüs girişimleri bir suçlamanın itirafı ve kabullenmesi gibi görünebilir ve muhalefetin bu saldırı fırsatını seçmesi şaşırtıcı sayılmamalıdır. Asgari müştereklerin birilerinin dışlanması ile değil, herkesin dahil edilmesiyle sağlanması olasılığı kuşkusuz daha büyüktür.