Çocukken nasıl da dünyanın keşfimize açık, ayaklarımızın altında uzayıp giden mülkümüz olduğunu duyarız! Bunun için üzerimize kayıtlı tapular, etrafı çitlerle çevrili bağlarımız bahçelerimiz olması gerekmez. Gökyüzü, dağlar, ovalar, kıvrılarak akıp giden ve görmediğimiz bir noktada denize dökülen ırmaklar, kasabanın merkezindeki cami, şehrin öteki ucundaki kervansaray kalıntısı, keşfedilmesi gereken mağaralar , uzak adalar ve balta girmemiş ormanlar bize aittir.  Masallar bizim için kurulmuş, meseller bizim için uydurulmuştur. Yeryüzünün mülkümüz olmadığını, faniliğimizi, başkalarına ait olmaya devam edecekmiş gibi gelen mezarlıklardaki payımızı fark ettiğimizde kendi alımlamamıza göre bir travma yaşıyoruz. Daha sonra teslim oluyor, isyan ediyor, uzlaşıyor, nafile bir ısrarla yerleşmeye çalışıyor ya da mazide kalan bir umudu tazelemek üzere yollara düşüyoruz. Figüratif ressam Yveis Klein 1950'lerin sonunda  Paris’te "benim eserim" dediği mavi gökyüzüne imzasını atarmış gibi 1001 balon uçurmuştu. Benzeri tecrübelerimiz olmadı mı hiç? Bir ağacın kabuğuna, duvarlara, tahta masalara kalemle çakıyla fırçayla özlü sözlerimizi, taşkın duygularımızı yazıp çizmedik mi, imzalarımızı atmadık mı? Aceleci sıçramalarla indiğimiz bir merdivenin tahta basamağına  düşmüş sarı kırmızı sonbahar yaprağının geçiciliğe direnen büyüsünü yüreğimize nakşedip bir ömür boyu ekmeğimize katık etmedik mi?

Bütün bunları bana düşündüren, ismi Türkiye olan 80 yaşındaki Suriyeli mülteci hanımın, medyada yer alan belki torunu olabilecek bir çocukla birlikte çekilmiş fotoğrafı oldu. Ömrünün ebedi âleme intikali daha yakınlık duyurtabilecek bir çağında çaresizce yollara düşmüş yaşlı kadın. Evinin bombardımana uğradığını mı gördü, komşusunun bir hain olduğunu bilmenin depremine mi yakalandı, ölü bir bebeği kendi kefen bezine sarmanın acısını mı yaşadı, görmediği başka ne kalmış olabilir ki yüzüne işte öylesine bir ifade gelip oturdu! İnsan insanın kurdu, Hobbes gibi olmasa da keşfetti. Çocukluğundan bu yana geliştirdiği güvenin mekânlarını ardında bırakırken hâlâ öylesine vakur durabilmesinin bilgisi hepimiz için nasıl da önemli!  Zor durumda, evet, bu yaşta muhtaç duruma düştü, ama boyun eğdiği için de yaşamıyor bunları, farkında.

Öz şehrini  terk etmek zorunda kaldı, sığındığı şehirden de cinayet işleyen hemşehrileri öne sürülerek kovuluyor.  Onu sağlam tutan, ayakta kalmasını sağlayan düşünceleri, inançları, beklentileri var; hayır, umudunu yitirmemiş. Endişeli ve vakur, böyle özetleyebilirim yüz ifadesinde kendini okutan dersleri. Torunu ise çocukluğunu yaşamaya devam ediyor gölgesi altında, yüz ifadesi bana öyle göründü. Torunu onun gölgesi altında çocukluğunun mekânlarını yanı sıra taşıyor olabilir.

Bu coğrafya güvenli bir iskâna niye izin vermiyor? 2006 Ağustos’u. Lübnan sınırına, Arida sınır kapısına  doğru gidiyorduk. Sınır boylarındaki açık-kapalı bütün çatı altları Lübnan’dan kaçan yaralılarla, çocuklarla ve yaşlılarla doluydu. Yaşlı ve hasta bir kadın,  feryat ederek karşıladı bizi: “Burada bulunmanızın bir anlamı yok, İsrail’e gidin, onlara sorun, onlarla konuşun!” Filistin kökenli Ayşe Ali Kadı olduğunu öğrendiğimiz kadın, içimizdeki Arapça bilen birkaç kişiden biri olan Hasibe Turan’a başına gelenleri anlattı:  6-7 gün önce Sur’dan gelmiş, Güney Lübnan’da savaşan iki oğlu için kaygılanıyor, çok hasta ve ameliyat olması gerekiyor; ilaç torbasındaki önemli ilaçların çoğu ise bitmeye yüz tutmuş.

Ayşe Ali Kadı nereye sığındı, şehrine geri dönebildi mi, bilmiyorum. Feryatları  2008- 2009 Gazze katliamı sırasında bir annenin sorusunda canlandı: “Ne yapacağız? Nereye gideceğiz? Nerede yaşayalım? Yaşayacak yer mi var?”

Gaziantep’den kovulan yaşlı kadının adı “Türkiye” üstelik. Ad, bu coğrafyadaki yapay sınırlara dönük bir meydan okuma da içeriyor. “İsmimizi almış doğarken, ömrünün sonunda kovuyoruz” diye yorumluyor Taha Kılınç. 80 sene adını taşıdığı ülkeye sığındı, belki son nefesini burada verecek. Gaziantep Türkiye’nin iş istihdamı konusunda en sistemli şehirlerinden biri. 8 bin muhacirin aralarındaki birkaç uğursuz yüzünden yaşlı çocuk denmeksizin gördüğü tepki son derece düşündürücü.  Yeni hükümetin sivil halkta oluşan güvensizliğin sebeplerini çok iyi çözümleyip buna göre önlemler alması ve güvenli ortamlar hazırlaması bizlerin Türkiye teyzeye ve yanı başındaki çocuğa borcumuz.
Aslında bu toprakların çocuklarına da borcumuz, güvenli bir hayatın, oyunun mekânlarını sağlamak… Muhacire ve mülteciye gösterilen saygı, iyi muamele, “buralı” çocuğun ve genç adamın kendine saygısını güçlendirir, hayata bakışına yön verir. Bunun için elimizden geleni yapıyor muyuz, emin değilim. “Bonzai” belası sanki ansızın salgın hastalık gibi kırmaya başladı gençleri.  

Kara düşüncelere dalmamak imkânsız: Gençlik bonzaiyi kurtuluş ideolojisine dönüştürürken biz neredeydik? (Muharrem Balcı’yı bu genel sorgulamanın dışında tutmak gerekir, o her zaman kaygılarını dile getirmeyi sürdürdü.) Bonzai gençlere dünyanın en başta anlattığım şekilde çocukluk algılarıyla  kendi mülkleri olduğunu duyurmayı ya da bir yitirme travmasının ardından yeniden duyurmayı mı sağlıyor? Bir şeyler çözülmeye başladı içimizde ve dur durak bilmedi. Sosyologlar kentsel dönüşüm dağıtmasıyla evden kaçışlar ve eli kanlı örgütlere katılmalar arasında bir bağ kurmaya başladılar.
Betonlaşma iştihası yüzünden oluşan sosyal gecekondulaşmaya karşılık mahalle hâlâ direniyor, bunu da görüyor, yaşıyorum. Ayşe Olgun’la birlikte evimin salonunda oturuyorduk önceki salı günü. Dışarıdan sesler yükseldi. Seçim kampanyası seslerini getiriyordu akla,  ancak seçim yapıldı; asker uğurlama töreni olabilirdi, ama vakit uygunsuz. Pencereden baktık. Bir grup mahalleli “Bonzai’ye hayır!” yürüyüşü yapıyor. Mahallenin sesi işte böyle yükselmeli. Kentsel dönüşüm için hazırlanan bazı özensiz projelerle birikimleri göz ardı edilen mahalle işte bu seslerle ayakta kalması gerektiğini duyuruyor.
Mahallenin usul usul sarmalayarak oyunla, nasihatle, selamla öğreten kademelerinden yoksunlukta çocuğun hayatın büyüsünün parçalandığı anlarda tutunacağı birikimlerinin nasıl da yoksullaşacağı üzerine düşünelim.

“Türkiye” teyze nasıl bu denli vakur, endişelerine karşılık ve bizim çocuklarımız niye eksik yaşadı çocukluğunu, nelerden mahrum bıraktık onları ve daha fazla gecikmeden neler yapabiliriz,  oturup düşünelim.