Üsküp'e her gelişimde sanki ilk defa görüyormuş gibi benzer duygulara kapılırım. Yahya Kemal'in bu muhteşem Osmanlı şehrini Bursa'nın Şardagı'ndaki kardeşi saydığı şiirini hiç okumamış olsanız da benzer duygulara kapılırsınız. Bunca zaman sonra yaşanan acılara, yıkımlara rağmen hala bu Balkan şehri Osmanlı zarafetinin sembolü Bursa'nın silüetini yansıtır. Hele fırsatını bulup, kötü bir restorasyon neticesi deforme edilen Osmanlıdan miras saat kulesinden şehri seyredebilenlerin o şiirin iklimine girmemeleri mümkün değil: bir tür hüzünler ve coşkularla dolu aşinalıklar...

İşte Ramazan ve Üsküp çarşısı: Müslümanlığın bu topraklarda nasıl bir iz bıraktığının açık işareti. İftar vakti birden tenhalaşan, daha doğrusu bir bir kapanan kepenklerle tam bir sessizliğe bürünen Türk çarşısındaki ramazan telaşesi yüzlerce yıldan beri bir hayat tarzının, inancın modern iğvalara karşı meydan okuması gibi geldi... Yaşanan tüm altüst oluşlara rağmen, milliyetçi sapmaların çalkaladığı siyasi ortama rağmen ramazan iklimi tüm görkemiyle kendini belli ediyor. Oruç bir kez daha kapıyı çalıyor...

Gazi Baba semtinin mütevazı sokaklarında iftar telaşesi daha çok çocuklarda yaşanıyor. Öteki Üsküp'ün, Vardar nehrinin karşı yakasında azmanlaşan panayır eğlencelerine karşılık burası daha mütevazı, mümince bir hayatı yansıtıyor. Çocuklar sokaklarda az sonra okunacak ezanı bekliyor oyun oynayarak. Belki de minarelerin ışıklarını, kandillerin yanmasını bekliyorlar. Konuştukları dili anlamıyorum; Arnavutca konuşuyorlar ama sevinçleri çocukluğumun ramazanlarına götürüyor beni. Ezan sesleri minarelerden tüm Üsküp semalarına yayılırken çocuklar için bekledikleri an geliyor. O sessizce ezanı bekleyen sokak birden çocukların çığlık çığlığa koşturmalarıyla şenleniyor... "Yandilar kandiller..." Türkçe bilmeyen bu çocukların tekerlemelerinden taşan kandil sevinci, iftar coşkusu gibi yankılanıyor...

Üsküp'ten Tiran'a doğru yola çıkmadan asıl sürpriz elimde tuttuğum Safahat'ın Arnavutça baskısını görmem oldu. İlk defa Safahat'ın tamamı bir başka dile çevriliyordu. Mehmet Akif'in Arnavutça bilip bilmediği hakkında bir kanaat sahibi değilim ama ırkçılılara karşı Arnavut asıllı olduğunu söyleyecek kadar İslamın evrenselliğine inanan biriydi. Akif'in hemşehrilerinin gösterdiği bu vefa karşısında etkilenmemek mümkün değil. Safahatın Arnavutça baskısını gerçekleştiren Logos-A'yı kutlamak gerek. Safahatın bu dönemde Arnavutçaya kazandırılması o kadar önemli ki Arnavutçuluk, Türkçülük gibi milliyetçilik iğvasına kapılanlara karşı müthiş bir cevap niteliğinde.

Bu arada yayıncı Adnan İsmaili'nin Mehmet Akif'le ilgili yaptığı araştırmayı aktarmakta yarar görüyorum. Safahatla birlikte bu anekdot Akif muhibbanları için Ramazan hediyesi olsun... Memet Akif'in babası Tahir efendi Kosova'da İpek yakınlarında Susisa köyünden. 1852 yılında köylü bir araya gelerek bir cami ve medresenin temellerini atar. Ancak köyde medresede eğitim verecek yetişmiş biri yoktur. Çözümü cami inşaatı tamamlanıncaya kadar köyden birini İstanbul medreselerinde okutmaya göndermekte bulurlar. Yedi kardeşten biri olan köyün köklü ailelerinden Tahir efendinin İstanbul macerası böyle başlar. Tahir efendi Fatih medresesine başlar ama bir daha da dönmez ve İstanbula yerleşir. Temeli atılan cami ise tamamlanır. O cami 1999 yılında Sırplar tarafından yakılır. Hâlâ yıkık halde kaderine terkedilmiş duruyor. Susisalılar Mehmet Akif'i tanıyor mu? Tahir efendinin amca çocuklarının torunlarından birine Mehmet Akif ismi verilmiş üstadın hatırasına...

 

Kaynak: Yeni Şafak