Biri Alman vatandaşı 3 misyonerin Malatya'da vahşi şekilde katledilmesinin, uluslararası toplum nezdinde Türkiye'yi zor duruma düşüreceği belliydi. Nitekim dün bütün gazetelerde yer alan bir haber, Birleşmiş Milletler'in Malatya'da yaşanan katliam hakkında Türkiye'den bilgi istediğini gösteriyordu. Haberde, BM Din Özgürlükleri Raportörü'nün, Hollanda Protestan Kilisesi ve Dünya Kiliseler Birliği'nin şikâyeti üzerine harekete geçtiği belirtiliyordu.

BM'nin bu talebi üzerine, Türk Dışişleri Bakanlığı'ndan bir yetkili, Malatya Cumhuriyet Savcılığı'na yazı göndererek, dosyayla ilgili bilgi istiyordu. Dışişleri yetkilisinin yazısındaki ifadenin bir bölümü, karşı karşıya olduğumuz fatura hakkında fikir vericiydi: "Ülkemize karşı bir kampanyaya dönüşmekte olan bu konu hakkındaki sivil toplum kuruluşlarının iddialarının ivedilikle yanıtlanması uygun olacaktır."

Oysa, Birleşmiş Milletler'in kültür kolu olan UNESCO, 2007 yılını Mevlânâ yılı ilan etmişti. Çünkü bu yıl, bütün dünyanın tanıdığı ve saygı gösterdiği hoşgörü sembolü Mevlânâ Celaleddin Rumi'nin doğumunun 800'üncü yılıydı. Sivil toplumun yaptığı çok sayıda etkinlik bir yana, sadece Kültür Bakanlığı öncülüğünde düzenlenen törenlerde 18 ülkeye Mevlânâ'nın bu topraklardan yükselen mesajı taşınmıştı. Bu çerçevede yola çıkan Konya Türk Tasavvuf Müziği ve İstanbul Tarih Türk Müziği toplulukları, bu çerçevede tam 200 bin km yol kat etmişti. (Endülüs'te sema, Aksiyon) Dünyanın farklı yerlerinde yüz binlerce insan, Mevlânâ'dan yükselen barış ve hoşgörü esintileriyle kendinden geçmişti. Ama Malatya olayı yüzünden şimdi Türkiye BM'ye şikâyet ediliyor. BM de Türkiye'yi takibe alıyor.

Gerçi, Dışişleri Bakanlığı dün yaptığı açıklamayla, BM'nin Malatya olayına müdahalesinin söz konusu olmadığını, olayın rutin bilgi talebinden ibaret olduğunu duyurdu. Ancak bu durum, Malatya vahşeti ya da Hrant Dink suikastı gibi olayların vahametini örtmediği gibi Türkiye imajının aldığı darbeyi de temizlemiyor.

BM'nin Malatya olayıyla ilgilenmesine de fazla şaşırmamak gerekiyor. Çünkü BM, AGİT, AB ya da AİHM gibi kurumların, evrensel demokratik standartları benimsemiş bir ülkede yaşanan bu tür olaylarla ilgilenmesi oldukça normal. Keşke, bu olayları incelerken, perde arkasında dönen oyunları göz ardı etmeseler. Mesela, neden dindarlıkla ilgisi olmayan insanların birden misyoner karşıtı kesildiği, neden bu tür olayların 2007 yılında yoğunlaştığı, çeteleri harekete geçiren faktörün ne olduğu gibi sorulara cevap arasalar...

Tabii, yabancılardan önce Türkiye'de demokratik değerleri benimseyen herkesin bu tür olaylarla yakından ilgilenmesi gerekiyor. Çünkü bu tür vahşet tabloları, ne tarihimizi, ne toplumumuzu ne de Türkiye'yi yansıtıyor.

Daha önce başka bir vesileyle değindiğimiz tarihî bir belgeden hareketle, bu coğrafyaya damgasını vuran bizim değerlerimizin ne olduğunu tekrar hatırlamamız lazım. Belge, Başbakanlık Devlet Arşivleri'nin yayınladığı 'Osmanlı Yönetiminde Makedonya' adlı kitapta yayınlandı. Osmanlı dönemindeki siyasi ve sosyal yapı hakkında fikir veren belgelerden oluşan kitaptaki 40 No'lu belge, Osmanlı'nın yönetimi altındaki farklı kimliklere nasıl muamele ettiğini gösteriyor.

Üsküplü bir Yahudi olan Yako, 1 Ağustos 1870'te, Tahtakale Çarşısı'ndaki dükkânda içki satmak için mutasarrıflığa bir dilekçe yazıyor. Dilekçe, hemen ertesi gün, 'tarafsızca' incelenmesi için belediye meclisine sevk ediliyor. Meclis, 6 gün içinde cevabını veriyor: "Önerilen mekânda sakınca yok. Ancak dükkân, kilisenin kapısına baktığından, bir de Liva İdare Meclisi'nin görüşünü almayı uygun buluyoruz." Liva Meclisi ise 10 Ağustos'ta olumsuz kararını şu gerekçeyle açıklıyor: Dükkânın kilise kapısının karşısında yer alması ve insanların sürekli geçtiği bu mekânda içki satma ve kullanmanın sakıncalarından emin olunamayacağı için...

İslam'a göre idare edilen bir ülkede, Yahudi vatandaşın talebi jet hızla ele alınıyor. Ve Hıristiyanların hassasiyeti dikkate alınarak cevap veriliyor. Bu milletin çizgisini, işte bu adalet düşüncesi ve Mevlânâ'nın fikirleri yansıtıyor. Dünya, bunu bilmeli. Biz de bu çizgiye uymayan örnekleri mahkum etmeliyiz.

 Kaynak: Zaman