Bu köşede dış politika, dünya meseleleri falan yazacağımı belirtmiştim. Belirtmediğim bir konu vardı, o da bazen üniversiteler ile ilgili bir gelişme olduğunda buna duyarsız kalamayacağımdı. İtiraf ediyorum hocalık damarı diye bir şey var.

Türkiye'de, garip bir biçimde üniversiteler diye bir terim kullanılıyor. Bu kullanım biçimi, üniversiteleri aynı biçimde düşünen, aynı biçimde davranan hatta her bilim dalında aynı müfredatı kullanması beklenen kişilerden oluşan bir kurumsal bütünlük olarak ifade ediyor. Bu durum, ne yazık ki 1980 sonrasındaki düzenin bir hediyesi gibi değerlendirilebilir, ama emin olmak zor. Türkiye'de iktidara gelip de üniversitelere elini atmamış olan yok. Her elini atanın da, bir öncekinden olumlu izler bıraktığı şüpheli, çünkü çalışanlara fikrini soran yok.

Bugün üniversiteler ile ilgili sorunlar, çok sayıda olmasına rağmen üç pakete indirgenmiş görünüyor. Birincisi, laikliğin kalesi olmasıyla ilgili tartışmalar, ikincisi bu anlayıştan hareketle kale durumunun bertaraf edilmesine yönelik çabalar, üçüncüsü daha çok üniversite ve hiç tartışılmayan demokratik üniversite.

Üçüncü sorunu atınca, ilk ikisi ilişkili hale geliyor. Bu durumda da makro değil, mikro ölçekler çalışıyor. Mikro ölçek, üniversiteler diye bir kavramı kullanmaya devam ediyor ve ergen öğrencilerle ergen hoca ve memurların 'tek'lik içinden merkezi olarak düzenlenmesi doğal sayılabiliyor.

Yardımcı doçent olmak isteyenin 3, doçent olmak isteyenin 2 yıl rotasyona tabi tutulmaları hakkında çalışmalar var. Yardımcı doçent olmak isteyen demek, yeni doktorasını bitirmiş olan demek. Yani, bir bölüm bir kişiyi kendi ihtiyacına göre yönlendirmiş, doktora yaptırmış; o kişi de o kurumda o dilde ve o konuda çalışmaya razı olmuş demek. Doçent olmak isteyen için de durum farklı değil. Bu maaşa yaşam düzenini ilgili kurumun perspektifine göre yapan birine, bir gün, 'sen gidiyorsun' denmesi kolay değil. İlerlemek istiyorsan ki bu meslek bunun için seçilir, yeni açılan üniversitelere gideceksin dendiğinde, 'bana mı güvenip yeni üniversite açtılar' diye soran çıkabilir. Ya da, 'öteki seçeneğim ne' denebilir. İkinci soru, insan hakları kapsamına girer. Birey, bir işe girdikten sonra oyunun değişen kurallarıyla karşı karşıya bırakılamaz, sadece tercihe bağlı seçenekler sunulabilir.

Öte yandan, her üniversitenin ve her bölümün kendisine göre profili, amacı ve beklentisi olabilir ve olmalı. Mesela, Türkiye'de 100 işletme bölümü olsa, her birinden yılda ortalama 20 kişi mezun olsa, her yıl 2000 işletmeci aynı uzmanlıklara sahip olsa, çok mu iyi olur? Uzmanlık alanları fakültelere göre farklılaşsa daha bilimsel bir Türkiye olacağı açık. Ama ya rotasyon olursa? O zaman bir Türk işletme bilimi zihniyeti olduğu anlaşılır ve bilim neferlerinin vatanın her yerinde aynı biçimde çalışabileceği anlayışı egemen olur.

Benzer zihniyet, merkezi atama girişiminde de var. Merkezden belirlenen bilim adamı adayı mantığı, bilim, eğitim, çeşitlilik, çoğulculuk, yerindenlik, ademi merkeziyetçilik ve demokrasi ile çelişiyor; üniversitelerdeki usta-çırak ilişkisini de bertaraf ediyor.

Akademisyen açığı, özendirici tedbirlerle kapatılabilir, ayrıca bu kadar çok üniversite açılıyorsa hepsinin aynı kalitede olması beklenemez ve bu devlet eliyle de sağlanmayabilir. Piyasa, bunu belirler ve her üniversite kendi önlemini alabilir. Üniversitelerin 'kale' olması istenmiyorsa, 'birlik' muamelesi yapılması anlamlı olmayabilir; meseleye hem sistemin bütünü hem de bireyler açısından bakmak mümkün.

 
 Kaynak: Star