Bugünlerde okuduğumuz bütün analizler ulus devletlerin çıkarları üzerinedir. İlkelerden söz eden kalmadı gibi. Tehlikeli olan da budur. Çünkü bu gidişin sonunda 'güç' temel ilkeye dönüşecektir. Bu da savaş borusu gibi yankılanacaktır. 
 
 
 
Gürcistan olayları üzücü ve düşündürücü bir ders. Ama öğretici de olacağı pek kuşkulu. Halkların bağımsız, özerk ve hür olmaları, buna karşılık devletlerin de bölünmez ve topraklarının bütün olması aslında çelişkili önceliklerdir. Balkan ve Kafkas halkları, bu toplumsal değerler tarih sahnesine çıktı çıkalı, yani milli devletler oluşmaya başladığından beri, bu alanda yaşanan gerilimi en iyi bilenlerdir. Aslında sorun basit bir sayı hesabıdır. Millete dönüşme potansiyeli sergileyen halk toplulukları binleri buluyor, oysa Birleşmiş Milletler'e kayıtlı devletler iki yüz civarında (ilgilenenler internette 'ethnic groups' diye bakabilirler). Yani ya mevcut devletler parçalanacak, ya da bazı halklar kendi devletlerine sahip olamayacak. Dünyamızda gerilim kaynaklarından biri bu 'milli' sorundur.

İki tane -söylemesi kolay- dünya savaşından sonra az buçuk akıllanan ülke liderleri bir ilkeye sarıldılar: Artık, en azından Avrupa'da, savaş olmamalıydı ve bunun için de devlet sınırları değişmemeliydi. Birleşmiş Milletler'in çalıştırılması, Helsinki Nihai Senedi'nin 33 Avrupa ülkesiyle ABD ile Kanada'nın Ağustos 1975'te imzalaması, Avrupa Birliği'nin kurulması hep bu korkulu rüyanın etkisiyle gerçekleşti. Nihai senedin gayet açık ifade ettiği ilkeler şunlardır: Devletlerin egemenliğine saygı, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanmaktan kaçınma, sınırların ihlal edilmezliği, devletlerin toprak bütünlüğünün korunması, anlaşmazlıkların barışçıl yollardan çözümü, ülkelerin içişlerine karışmama, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı, halkların eşit haklardan ve kendi kaderlerini tayin hakkından yararlanması. Bu iyi niyetli kararın çelişkisi apaçık: Hem devletlerin toprak bütünlüğü hem de halkların kendi kaderlerini tayin etmek hakkı tanınıyordu.

O gün bugündür, siyasilerin avukatlığını üstlenen diplomatlar çifte standart kullanarak söz cambazlığına soyundular: İşlerine geldiğinde devletin toprak bütünlüğünü, öbür gün de halkların bağımsızlığını savunmayı hak ve mantıklı tutum saydılar. Ama 'nihai senedi' imzalayanlar nihayette devlet temsilcileri olduklarından ilk ilkeye, yani toprak bütünlüğüne daha fazla önem verdiler. Gerçekten de uzun bir süre yeni devletlerin ortaya çıkmaması için çaba harcandı. Ayrımcı girişimler desteklenmedi. Örneğin KKTC'nin karşısına sürekli bu ilke çıkarıldı, Kürtler konusunda Türkiye bu tezi savundu. Ama Yugoslavya olayları ve hele Kosova'nın bağımsızlığının tanınması bu ilkenin sonunu ilan eder gibiydi. Arkasından Rusya da, fırsattır ya da misillemedir deyip, Abhazya ve Osetya'yı bağımsız devlet olarak tanıdı. Yeni devletlerine kavuşan bazı halklar anlaşılır bir biçimde şimdi bayram ediyor. Ama bu arada 'toprak bütünlüğü' ilkesinin cılkı da çıkmış oldu. Uzun sürede, devletlerin toprak bütünlüğü yerine halkların kendi kaderine sahip çıkmaları ilkesi öne çıkıyor gibi olması, yeni ve sancılı bir dönemi başlatıyor olabilir. Rusya yirmi milyonu aşan ve Rusya dışında yaşayan soydaşlarını 'korumadan' söz ediyor bugünlerde. Doğal olarak, önemli olan ne devletlerdir ne de milletler. İnsanlardır. Devletler ve milli oluşumlar insanların daha iyi yaşaması için vardır, araçtır yani. (Ama milli oluşumların kutsal bir inanca dönüşüp amaç olduğu da olur; bu yazıda bu durumu ele almıyorum.) Bundan dolayı düne kadar geçerli sayılan temel ilkeler fena değildi: Toprak bütünlüğü temel ilke olacak, buna karşılık da halklara, etnik gruplara ve başka her türlü azınlıklara da 'insan hakları' çerçevesinde -ama grup isteklerini de içeren- haklar tanınacaktı. Ülkeler arasında sınır değişikliklerinden doğan savaşlar da böylece elden geldiğince sınırlanacaktı. Sanırım bu yolda en etkili ve olumsuz rolü ABD oynadı. Soğuk harbin galibi bu zaferin sarhoşluğu içinde gücünün kurbanı oldu. Irak ve Yugoslavya politikaları isabetsizdi. Yeni devletlerin doğması ve -kaçınılmaz olarak- eskilerin parçalanması yeni bir dönemin başlangıcı olabilir. Halkların zaferleriyle halkların kırılması, bağımsızlıklarla savaşlar, özgürlükle kan, milli bağımsızlıkla etnik arındırma zaten her zaman bir arada bulunmadı mı?

Uluslararası sürtüşmeler hep 'ulusal çıkar' adına yapılıyor ama bu çıkar gözetilirken düne kadar bazı 'ilkeler' de arka planda kendilerini hep duyuruyorlardı. Yeni olan bu ilkelerin sarsılmış olması. İlkesiz çıkar kavgası ise kaos yaratabilir. Çifte standardın, demagojinin, fırsatçılığın, ikiyüzlülüğün de sınırlamaları vardır. Sözde bile olsa, izlendiğimizi kabul ettiğimiz bazı ilkelerin bir tür ahlaki baskı gibi bir işlevi olur. Bunlardan biri de sınırların değişmeyeceği, devletlerin bütünlüğünün korunacağı idi. Fırsattır deyip bu ilkeler çiğnendiğinde, uzun sürede, bedeli sırasıyla herkes ödeyebilir. Bu ilkesiz çıkar aramaları sanırım ABD'yle başladı ama bütün ülkeler az çok bu fırsatçılığın çekiciliğinden kurtulamadılar. Yeni devletlerin nasıl apar topar tanındığını bir hatırlayın!

Ulusal sınırların değişmezliği ile halkların kendi kaderlerine sahip çıkması ilkelerinde yaşanan çelişki ulus modelinin zayıf yanıdır. Yüksek sayıdaki ulusların varlığı sınırlı sayıdaki ulus devletlerinin tehdididir. Buna ulus devlet modelinin iç krizi diyelim. Ulus ötesi arayışların bir nedenini de bu çelişkilerin ve çıkmazların artık açıkça görülmesine ya da sezilmesine yorabiliriz. Düne kadar önerilen çözümler de zaten zoraki idi. Şimdi daha da pürüzlü oldu.

Bugünlerde okuduğumuz bütün analizler ulus devletlerin çıkarları üzerinedir. İlkelerden söz eden kalmadı gibi. Tehlikeli olan da budur. Çünkü bu gidişin sonunda 'güç' temel ilkeye dönüşecektir. Bu da savaş borusu gibi yankılanacaktır. İlkelere tutunmaya çalışmak saf, romantik ve soyut hukuksal bir yaklaşım gibi görünebilir, ama öyle değildir. İlkelerin pratik ve pragmatik sınırlayıcı güçleri vardır. Ancak ilkelere geri dönmek, tavsiyelerle olacak bir iş de değildir; güç dengeleri meselesidir. Özellikle Ortadoğu'da konuklanmış ve en temel ilkeleri ihlal etmiş olan ABD'nin öncülüğünde 'ilkelere saygı' kampanyası pek inandırıcı olmuyor, hatta tahrik edici de oluyor. İlkelere saygı ancak yeni dengeler oluştuğunda sağlanacaktır. O güne kadar kişi ve ülke olarak fırsatçı coşkunun tuzağını ve açmazını görmekte yarar olabilir.
 

 

Kaynak: Zaman