İsrail-Türkiye ilişkileri kötü bir dönemden geçiyor... Gazze’nin blokaj altındaki sahilinde İsrail deniz kuvvetlerinin politik açıdan tamamen yanlış, üstelik de tamamen amatörce yönetilen operasyonu, açıkçası halkı da karşısına aldı. Yardım filosunun, silahlı saldırıya uğraması ve bu arada İsraillilerin silah kullanarak Türk vatandaşlarının öldürülmesine hiç de gerek yoktu. Bu olay uzun yıllardan bu yana son derece iyi olan Müslüman Türkiye ile Yahudi İsrail arasındaki ilişkileri bu sefer kana bulayarak, zaten giderek kötüleşen ilişkileri kopma noktasına getirdi.

Geleneksel olarak sıkı bir işbirliği içinde olan İsrail-Türkiye ilişkileri, İsrail-Filistin sorununun çözümsüzlüğüyle paralel gerginleşmeye başlamıştı. 2008-2009 Gazze savaşı sırasında Türkiye’nin Şam ile Kudüs arasında arabulucuk gayretlerini İsrail’in reddetmesiyle gerginlik tırmanmıştı.

Bu gelişmeler, iki ülke arasındaki yabancılaşmayı da su yüzüne çıkarıyordu. Buna bir de Türkiye’nin değişimi ve doğrudan doğruya jeopolitik diye adlandırılabilecek kırılma ile buna paralel olarak gelişen iç dönüşümü eklendi.. 

‘Osmanlıca’ bir rol
Soğuk savaşın bitmesi, kuzeyden gelen sürekli tehdit unsuru olan Sovyetler Birliğinin çöküşü ile Nato üyesi Türkiye’nin bölgedeki olağanüstü jeopolitik ve jeokültürel konumunu değiştirmişti.. Türkiye, Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Baltık ülkeleri ve Yakın ve Ortadoğu için yeni bir rol üstlenmek zorunda kalmıştı. Buna ‘Osmanlıca bir rol’ diyebiliriz.

Dış baskıların etkisiyle Türkiye dış politikasında kendini ‘stratejik derinlik’ içinde buldu ve bunu her yönde uygulama ihtiyacı duydu. Avrupa’ya yönelme çabası ülkenin modernleşmesini sağladı; içerde gittikçe artan İslamlaşma anlayışının yeniden canlanması ülkenin Müslüman dünyaya açılmasına yaradı. Türkiye’nin Arap dünyası ile ilişkisi yumuşadı ve gelişti. Suriye ile Fransız mandası sırasındaki Hatay sorunu ortadan kalktı, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerle işbirliği ülkenin Rusya ve Ukrayna ile yaklaşmasını sağladı, Ermeni-Türk ‘futbol diplomasisi’ şimdiye kadar kapalı olan Güney Kafkasya sınırının gevşemesine yol açtı. Bu gelişmelerin yanı sıra Türkiye’nin bakışı iç Asya’ya da yöneldi. Oradaki Türki halkların etnik ve dini akrabalığı Türklere uzaktaki koruyucu güç olma durumunu yarattı. Tıpkı Balkan’larda destek gören İslamiyet’e inanan halkların, Vahabilikten kurtulmalarına destek verilmesi , (örneğin Bosna’nın desteklenmesi gibi) nükleer enerji konusunda İran’la yakınlaşma ve diri tutulan ‘Batı’ yaklaşması ile ülke kendisini eşik ülkeleriyle gayr-ı resmi bir sigorta içinde olmaktan alıkoydu. Bu eğilim kendisini zaten Saddam Hüseyin’e karşı Amerikan ordusunun Türk topraklarını kullanmak istemesinin red edilmesiyle ortaya çıkmıştı.

Hem iç politikada hem de dış politikada saptanan Türkiye’nin bu politikası aslında geleneksel İsrail ilişkilerinin sürdürülmesine izin vermiyordu.

Türkiye-İsrail geleneksel ilişkisi, soğuk savaş yoğunlaşmasına, Türk-Arap karşıtlığına ve Türkiye’nin Kemalist devlet siyasetine bağlıydı. Türkiye bölgesel olarak kendi yolunda giden, çevresini saran müslüman ülkelerden kendini ayrı tutan, etnik olarak ayrı, üstelik de laik ulus-devletti. Arka plandaki bu eski doğallık Ortadoğu sorunundaki Arap-İsrail savaşında ve onu yaratan Filistin sorunu Türkiye’nin oldukça agnostik sayılabilecek tavır almasına yol açmıştı. Bunun yanında Türkiye’nin İsrail’le ilişkisi, geniş toplum katmanlarından çok, bir elitler ilişkisiydi, özellikle de Kemalist çizgiyi izleyen güçlü askeri kesimde. Şimdilerde giderek değişen elitler ve toplum kesimlerinin devlette söz sahibi olma durumu yüzünden İsrail-Türkiye bağları aslında geçmişte kalmış bir durumdur.

Bunun anlamı Türkiye’nin kendisini giderek Müslüman dünyaya daha yakın ve İsrail’le çatışan bir devlet olarak görmesi midir? Bazı sesler bu yönü işaret ediyor ve birçok kişi Gazze kıyılarında meydana gelen olayı bir daha düzeltilemeyecek bir durum olarak değerlendiriyor. Oysa bunu farklı değerlendirebiliriz.

Türkiye, ‘Osmanlı’ dış politikasını sürdürerek gerçekten de bölgesel bir güç olursa, bölgede istikrarın garantisi olma sorumluluğunu da üzerine alacak, hem yönlendirici, hem yönetici etkisini ortaya koyması gerekecek. Bu, acılı Filistin-Ortadoğu sorunu için özellikle geçerli.

Sırf bir taraf tutma ile düzeltilecek bir durum değil bu.

İran’a yaklaşma
Zaten buna Türkiye’de oluşan sorun potansiyellerinin yeni rolü de izin vermiyor. Durumun diğer bir yanı da stratejik derinliğin bir çok seçenek ortaya koyması, yani yeni açılan potansiyel sorunların ufkunun yükü altında kalmamak için, -örneğin Şii İran’a yaklaşma gelecekte belki de bölgesel bir rekabete dönüşebilir- geçmiş yüzyılların tarihi Osmanlı-Safevi karşıtlığına analog olarak ya da bir başka bölgesel güç olan Mısır’la olan ilişkilere zarar verebilir, ki Mısır Hüsnü Mubarek rejiminin son bulacağı şu günlerde bazı tartılamazlıkları saklı tutmaktadır. Bu durumları daha da uzatarak anlatabiliriz, hem de Türkiye’nin eğer olağanüstü bir durum olamazsa NATO üyesi olarak kalması ve açıklandığı üzere Avrupa Birliğine üye olma çabalarını göstermesi durumunda bile.

Gazze’de yaratılan İsrail-Türkiye krizi, Türkiye’nin derin stratejik yönlerinin perdesinde, paradoksal biçimde büyük bir şansı da beraberinde getirmektedir. Yani  bu kadar ağla örülmüş Türkiye’nin bölgesel sorumluluğu üstlenmesi şansı... 

Henüz İsrail-Türkiye ilişkisi tümüyle kopmadı, özellikle de silahlanma işbirliğinde. Bu işbirliği ta geleneksel İberya-Osmanlı yaklaşmasından kaynaklanır, 1492’de Hıristiyan gurupların kovduğu Yahudilerin çok halklı Osmanlı devletine davet edilmeleriyle başlar. Yahudiler ve müslümanlar ta o zamanlardan birbirlerine yaklaşmışlardır.

Bu değerlendirme haklı çıkarsa Türkiye’nin üstlendiği yeni rol bir tek yönü kapsamaz. O zaman Ankara söz konusu olan tarafların ve uluslararası toplumun onayını temel alarak Gazze sorumluluğunu üzerine almak zorunda kalır. Sünni Türkiye Hamas’a karşı, Şii İran’a olduğundan daha büyük bir dini politik yaklaşma gösterir. Müslüman, ama Arap olmayan bir yakın bölge gücü olarak çevre Araplarının çıkar politikası kuşkularından yaralanmaktan kurtulur; bir Nato ülkesi olarak Batılı bağlantılarından kopmaz ve Avrupa Birliği üyeliğinde Brüksel’in gözü önünde olur. İşin başından beri Arafat’ın teselli edici sözleriyle Gazze denizinin suyunu içmeye mahkum edilmez, yani acıklı biçimde başarısızlıkla karşılaşmaz. Böylesi bir manevra yani Gazze’nin Türkiye’nin korumasına ve bununla birlikte kontrolüne girmesi- yeni bir kapı açar. Çözümsüz bir sorun yumağı içinde olan İsrail ve Filistin halkı için sorunun ateşi dışardan gelecek tarafsız etki ile soğutulabilir. Gazze’ye gelenlerin ilki Türkler olabilir. Belki de onları İsrailliler ve Filistinliler tarafından hoş geldinizle karşılanan ‘uzak Batı’dan’ gelen Faslılar izler. Peygamberin soyundan gelen şarif Kudüs’deki İslamın ve al Kudüs’un kutsal mekanlarının hiç de kötü bir koruyucusu olmaz. 

Çeviren: Sezer Duru
Dan Diner: Kudüs Hebrew Üniversitesi ve Leipzig üniversitesi tarih profesörü, siyasal içerikli kitaplar yazmaktadır. Türkçede, Yüzyılı Anlamak, Mühürlenmiş Zaman adlı kitapları İletişim Yaynevi tarafından ve Bilgi Üniversitesi Yayınlarından çıkmaktadır, aynı Üniversiteye davet edilecek ve konferans verecektir.

Kaynak: Radikal