Avrupa Birliği'ne girme arzusu, Türkiye'yi, 2000 ile 2005 yılları arasında bir dizi dikkate değer değişim yapmaya sevk etti. Ankara, ülkenin otoriter Anayasası'nın üçte birini değiştirdi. Yasa koyucuları, insan hakları kanunlarını uluslararası standartlara uygun hale getirdi. 
 
Ölüm cezasını kaldırdı. Kadınlara yönelik yasal korumaları genişletti. İşkenceye karşı yeni tedbirler aldı ve ceza sistemini yeniledi. İfade, toplanma ve medya özgürlüklerinin önündeki ağır kısıtlamaları ortadan kaldırdı. Türk Silahlı Kuvvetleri, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün zamanından beri ülkenin siyasî hayatında oynadığı baskın rolden geri adım attı. Türk-Kürt gerilimi azaldı. Türkler, Ermeni meselesini açık açık tartışmaya başladı.

Türkiye, uluslararası barış misyonlarına birlikleriyle katılmak ve Kıbrıs meselesinin çözümü için görüşmeleri desteklemek suretiyle bölgesel bir güç olarak da olumlu katkılar sağladı. Yunanistan'la Türkiye arasındaki düşmanlığın kayda değer ölçüde yatıştığını da unutmayalım.

Ancak, çok umut verici başlamış olmasına rağmen, Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci 2005 yılından itibaren ivmesini kaybetti. AB liderlerinden gelen olumsuz açıklama ve hareketler, Türkiye'nin cesaretinin kırılmasında önemli rol oynadı. Bu gelişmeler hem Ankara'nın reform yapma isteğini baltaladı hem de kızgınlığa yol açtı. Türkiye'nin AB üyeliğine halk desteği azalıyor. Türkiye'nin hüsrana uğrayan liderleri, Ankara'nın gerekli tüm reformları yapmış olması ve tüm diğer şartları yerine getirmesi halinde bile, AB'nin, Türkiye'nin üyeliğini reddedeceğinden şikâyet ediyor.

Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecindeki tereddüdü, AB'nin güvenilirliğini tehlikeye atıyor ve olumlu imajını lekeleme tehdidi taşıyor. On yıl önce bir sürü vaatle başlayan, önemli olumlu etkiler sağlayan ve gelecek için çok önemli fırsatlar vaat eden bir süreçteki sözlerinden geri dönmeye, oyalamaya ve belki de kaçmaya devam ederlerse Avrupalı liderlere nasıl güvenilebilir ki?

Dünyanın dört bir yanındaki ihtilaflara aracılık yaptığım otuz yıl boyunca, siyasî gezegenlerin dramatik çözümler için nadiren, belki de bir nesil boyunca sadece bir kez dizildiğini öğrendim (geçtiğimiz yıllarda böylesi bir dizilme Kuzey İrlanda'nın üzerinde belirmişti).

Umut verici bir dizilme şimdilerde hem AB hem de Türkiye için kilit öneme sahip bir toprak parçasının, Kıbrıs'ın üzerinde belirmek üzere. Ada'nın Rum ve Türk toplumlarının liderleri arasında devam etmekte olan görüşmeler, adanın paylaşılması önündeki en iyi ve muhtemelen en son fırsat. Kıbrıs'ta çözüm, ki buna ulaşılmasına hem Türkiye hem de AB yardımcı olabilir, Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakerelerine can katacak ve her iki tarafın da birbirlerinden azami şekilde faydalanacağı günün gelişini hızlandıracaktır.

Türkiye'yle AB arasındaki ilişkileri üyelik müzakereleri yoluyla güçlendirmek hem AB'nin enerji güvenliği alanındaki çıkarlarına hizmet etmek hem de Ortadoğu ve Güney Kafkaslar'da istikrarı güçlendirmek açısından çok önemli fırsatlar vaat ediyor. Adaylık için gerekli olan şartları yerine getirmesi durumunda, Türkiye çok daha açık bir topluma sahip olacaktır. Kendi çeşitliliği açısından çok daha rahatlayacaktır. İslam'la demokrasinin bağdaştığını kanıtlayacaktır. Böyle bir Türkiye hem Doğu'nun hem de Batı'nın beşiği olacaktır. Türkiye'nin bütünleşmesi, AB'yi, kendi çeşitliliğini kucaklamaya itecek ve güvenli bir ortak olarak dünyadaki konumu güçlenecektir.

1999'un Aralık ayının soğuk bir Helsinki gününde, AB liderleri Türkiye'nin, "diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birlik'e girmeye aday bir ülke" olduğunu ilan etmişti. Bugün, neredeyse 10 yıl sonra, Türkiye'nin kaderi çok daha belirsiz. Söz konusu olan sadece Türkiye'nin geleceği değil, aynı zamanda, Avrupa Birliği'nin, dürüst bir oyuncu olarak güvenilirliği.

(Eski Finlandiya Cumhurbaşkanı ve 2008 Nobel Barış Ödülü'nün sahibi Martti Ahtisaari, Türkiye Bağımsız Komisyonu'nun Başkanı.)

The New York Times 10 Eylül 2009
 
Kaynak: Zaman