Geçen Perşembe günü ABD Kongresi Dış İlişkiler Komitesi, Osmanlı döneminde Ermeniler'in öldürülmesini soykırım olarak anan bir karar tasarısını onayladı. Her ne kadar Obama Kongre’yi onaylamama yönünde teşvik ettiyse de Komite, karar tasarısını 23 lehte 22 aleyhte oyla geçirdi. Karar tasarısı şimdi Temsilciler Meclisi'ne sunulmayı bekliyor ve oradan da geçip geçmeyeceği belirsiz.

Türkiye, tarafsız tarihçilerin nesnel incelemelerine dayanarak 1915-16 yıllarında hayatını kaybeden Ermeniler'in sayısının abartıldığını, öldürülenlerin soykırım değil sivil savaş ve toplumsal kargaşa kurbanı olduklarını haklı olarak savundu. Türk hükümeti, Komite’nin kararından sonra büyükelçisini Türkiye’ye çağırdı.

I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Türkleri'nin Ermeniler'i öldürmesine soykırım ünvânı verilirken, kaydetmelidir ki Osmanlı, Farmasonların yönettiği Genç Türklerin çöküşteki Halifeliğin denetimini ele geçirdikleri 1908’den sonra uzak bir anı olmuştu. 1914 yılında Almanlar'ın yanında savaşa katılan, İttihad ve Terakki idi. Bu Farmasonlar İslam’a veya eski Halifeliğe karşı sevgi beslemiyorlardı. Bu laik köktenciler, yani Genç Türkler, çoğu Müslüman nezdinde haindi.

İttihad ve Terakki hiçbir zaman Ermeni karşıtı bir doktrin geliştirmiş değildir ama ne ki hâla soykırım işlemekle suçlanıyorlar. 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi, soykırımı “ulusal, etnik, ırki veya dini bir grubu toptan yahut kısmen ortadan kaldırma amacıyla işlenen fiiller” olarak tanımlar. Bu tanımdan hareketle Bosna, Çeçenya, Kosova ve Ruanda’daki kitle katliamlarının ve tabii II. Dünya Savaşı’nda Yahudilere, Çingenelere ve diğer bazı azınlıklara karşı yok etme kampanyalarının niçin soykırım niteliğinde olduğunu kavramak kolaydır. İyi de 1915-16’da Türkiye’deki Ermenilerin durumu bu kategoriye girer mi?

O Ermenilerin ölümü hayli tartışmalı bir meseledir. Başka her hangi bir soykırım tartışmasında olduğu üzere dahli olan oyuncular için son derece hassas bir konudur. Hangi tarafın dinlendiğine bağlı olarak kanaatler de esaslı bir şekilde değişebilir. Önyargısız ve nesnel olunmadığı takdirde, verilecek hükümler de yanlış olabilir ve münakaşayı daha da besler.

Ermeniler 1.5 milyon kişinin öldüğünü iddia ediyorlar. Tarafsız tarihçilerin Osmanlı nüfusu üzerinde yaptığı araştırmalar ve diğer çağdaş hesaplamalar, savaş öncesinde ilgili bölgelerde yaşayan Ermenilerin nüfusunun 1.5 milyondan az olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla iddia edilen sayıyı müdaafa etmek imkansızdır. Öldürülenlerin sayısı yaşayanlardan nasıl daha fazla olabilir? Bu arada işaret etmekte yarar var, 1897-1903 arasında nüfus müdürlüğünün başında bir Osmanlı Ermenisi olan Mıgırdıç Şabanyan bulunmaktadır. Osmanlı devleti adına yalan söylemekle suçlanamaz. Türk tarihi Kurumu başkanı Yusuf Halaçoğlu, savaş şartları altında tehcir sırasında ölen Ermenilerin sayısının (etnik gruplar arasındaki çatışma hâriç) 56.000 olduğunu ve gerçekte öldürülenlerin sayısının 10.000’den az olduğunu tahmin etmektedir.

Neredeyse bütün Türk aydınlar, bilim adamları ve tarihçiler, savaş sırasında pek çok Ermeni’nin öldüğünü kabul ederler ama bu olaylara soykırım nazarıyla bakmazlar. Osmanlı tarihinde uzmanlaşan bir çok batılı akademisyen, olayların soykırım niteliği taşıdığından ciddi şüphe duyduklarını ifade etmişlerdir (mesela müteveffa Bernard Lewis (Princeton Üniversitesi), Heath Lowry (Princeton Üniversitesi), Justin McCarthy (Louisville Üniversitesi), Gilles Veinstein (College de France), ve Stanford Shaw (UCLA, Bilkent Üniversitesi). I.Dünya Savaşı boyunca Anadolu’da ve civar bölgelerde acının ve katliamların nedeni olarak, delillerin gayri nizâmi Müslüman ve Hıristiyan güçlerin yürüttüğü, hastalık ve kıtlığın ağırlaştırdığı cemaatler arasındaki ciddi savaşa işaret ettiğini söylemektedirler.

Müteveffa Samuel Weems, Ermenistan: Bir Hıristiyan Terörist Devletin Sırları” (Armenia: Secrets of a 'Christian' Terrorist State) başlıklı eserinde “Batı dünyasındaki pek çok uzman ve yazar, aldatmak ve asılsız bir resim oluşturmak için gerçeklerin böylesine kasıtlı olarak tahrif edilmesinin ender görülen bir şey olduğunda mutâbıktırlar. Bu Ermeniler, Anadolu’da yaşayan Ermenilerden daha fazla sayıda Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia ediyorlar”.

Son dönem Osmanlı tarihi uzmanı Profesör Justin McCarthy, çöküşteki Osmanlı İmparatorluğu hakkında batılı Ortodoks tarihlerin yanlı olduğuna inanıyor zira önyargılı gözlemcilerin ifadelerine dayanıyor: Hıristiyan misyonerler ve I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ile savaşta olan Hıristiyan ulusların resmi yetkilileri.

Yansız tarihçilerin ezici hükümlerine rağmen, batıdaki pek çokları, Ermeni sivil kayıplarına 20. yüzyılın ilk soykırımı diye isimlendiriyorlar. Bir BBC haberi, yazılı tarihin ilk soykırımı olarak bile andı. Gayri nizâmi Ermeni güçlerin, Taşnaklar, Hınçaklar, Ramgavarlar gibi devrimci Ermeni grupların ve yanı sıra Fransız Ermeni Lejyonerleri ve İngilizlerin, Rusların desteklediği gönüllü Ermeni birliklerin öldürdüğü yarım milyon Müslüman, abartılı ve samimiyetsiz suçlamalar arasında unutulup gidiyor.

Batılı sömürgeci güçlerin işlediği, işlemeye de devam ettiği çok daha korkunç suçları ise çıplak önyargıları sayesinde göz ardı ediyorlar. Tazmanya’da, Avustralya ve Yeni Zelanda’da aborjinlerin ve yerli Amerikalıların Amerikalarda imha edildiği tarihin derinliklerine gitmemiz gerekmiyor. Plassey Savaşıyla çöken Nevabi hâkimiyetinden sonra Doğu Hint Kumpanyası yönetimi ve İngiliz Raj’ı altındaki Bengali (Bangladeş) düşünün. Gelir toplarken kullandıkları ağır el 1769-1773’ün korkunç kıtlığına yol açmış ve Bengal’in 15 milyon insanı’nın ölümüne yol açmıştı. Büyük kıtlık sırasında üç kişiden biri ölmüştü. Hepsi de insan işiydi, zaptedilen topraklarda halkın yönetilebilir olmasını sağlama uğruna İngiliz sömürgecilerin tetiklediği, icra ettiği ve müsebbibi olduğu şeylerdi. Abartılı Ermeni Soykırımı, İngilizlerin Bengal halkına karşı işlediği soykırımın yanından devede kulak kalır. 19. yüzyıldan bu yana (İmparatorluk Rusya’sından Putin Rusyası’na dek) Rusya’daki Müslümanlara karşı yürütülen imha kampanyasını belki de hiç deşmemeli! Tam bir etnik temizliktir, öyle ki, bazı yerlerde Müslümanların üçte biri öldürülmüştür (ilgi duyan okuyucular, bu satırların yazarının 1982’de California Üniversitesi’nde yaptığı The Muslim Minorities of the Soviet Union başlıklı konuşma metnini okuyabilirler).

2003 Irak savaşı ve işgalinin gayri meşru ve gereksiz olduğunu boşverin gitsin. 2003 yılı Bush-Cheney işgali öncesinde Baba Bush ve Clinton döneminde Irak’a uygulanan ve beş yaş altı 500.000 çocuğun ölümüne yol açan Amerikan ambargosundan ne haber? Sivilleri hedef alan ve sivilleri öldüren o ambargonun soykırımvâri etkisini inkar etmek katıksız ahmaklık ve küstah bir ikiyüzlülüktür. Amerikalı General Tommy Frank Irak’taki sivil cesetleri saymaktan hoşlanmayabilir ama 2003 yılı işgalinden dolayı 1.000.000’dan fazla silahsız sivilin öldüğü tahmin ediliyor. Tüm bu cürümler 20. yüzyılda yaşanıyor, sahip olduğumuz insani kanunlara ve düzenlemelere ve sivil hayatları esirgediği farzedilen, ismi “akıllı” bomba olan teknik bakımdan üstün ölüm makinelerine rağmen. Felluce’de doğan çocuklar Amerika’nın Iraklılara karşı biyolojik ve kimyasal savaş yürüttüğünün bâriz alâmetlerini gösteriyor. Şayet dürüst bir değerlendirme arayışındaysak, kitle imha silahlarını kullanan Saddam Hüseyin değil savaş suçları yüzünden Uluslararası Adalet Divan’ında yargılanması gereken Bush ve Blair’dir. Soykırım suçu işlemişlerdir.

Felluce’de doğan bebeklerin kalp rahatsızlığı, Avrupa’dakinden 13 kat daha fazla (1.000 bebekten 95’i). BBC dünya haberleri editörü John Simpson, Amerika’nın Felluce’de kurduğu bir hastaneyi ziyaret etti ve şehirde felç geçiren yahut beyin hasarına uğramış çocuklar gördü. Fotoğraflardan birinde, bebeklerden birinin üç kafası vardı. Uranyumlu mermi ve topların kullanıldığı yerlerde işgal sonrasında doğan bebeklerin çoğunun el ve ayak parmaklarının sayısı beş değil altı. Ama ne ki ABD ve İngiltere’nin Irak’a karşı böylesi hesaplı soykırım kampanyasına batı medyası ve hükümetleri aldırmıyor. Aynı medya ve hükümetler, I. Dünya Savaşı sırasında Türk hükümetinin eylemlerini abartmaya çalıştıklarında niçin çifte standart sergiliyor o halde?

İnsâni hiçbir kayıp küçük değildir ama kendisinin daha ürkütücü cürümlerini halının altına süpürürken Türk halkının ve hükümetinin sicilini lekelemeye çalışan batının ikiyüzlülüğüne göz yummak zordur. Yahudi bir Güney Afrikalı hâkimin başkanlığında nesnel, delil tespit etme amaçlı bir soruşturma, İsrail’i Gazze’de savaş suçu işlemekle itham etti diye o aynı Kongre’nin hiç de uzak olmayan bir geçmişte Goldstone raporuna karşı oy kullandığını unutmayalım. ABD yönetiminin reddettiği aynı rapor, BM İnsan Hakları Konseyi tarafından kabul edildi. Kongre’nin böylesi hareketlerinde gördüğümüz şey saf ve basittir: İkiyüzlülük, nâmıdiğer çifte standart. İkiyüzlü bir duruş sergileyen Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi, asırlık tartışma konusuna can atarken, İsrail’in geçen yıl işlediği suçları saklayarak İsrail’in Ağlama Duvarı gibi hareket etmiş ve Amerikan halkına karşı zararlı davranışlar içine girdiğini göstermiştir.

İsrail yandaşı bu komitenin kararının ardında art niyet olabilir mi? Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın İsrail’in 1.500 Filistinliyi öldürdüğü Gazze saldırısını kınamasıyla bir alâkası olabilir mi? İsrail’de ve Arap dünyasında yazılı basında çıkan haberler bu bağlantıya işaret ediyor. Erdoğan’ın Peres’e “insanları öldürüyorsunuz” dediği 19 Ocak 2009 tarihli Davos toplantısını da hatırlamakta da fayda var. İsrail yandaşı Ermeni-Amerikalı oturum yöneticisi David Ignatius, Peres’in Gazze’de işlenen soykırım kampanyasını haklı kılmaya çalıştığı 25 dakika uzunluğundaki tekdüze konuşmasını delillerle çürütmek üzere söz almak isteyen Erdoğan’a zaman vermeyince, Erdoğan öfkeyle çekip gitmişti.

Türkiye ve İsrail geçmişte iyi ilişkilere sahipti. Ancak son aylarda, Erdoğan’ın halk desteğindeki hükümeti, doğuda ve güneyde bulunan komşularla – İran ve Suriye ile – ilişkileri iyileştirdi, ki Netantahu’nun son derece ırkçı, ulusçu ve fanatik hükümetine dert olmuştur. Türkiye Başbakanı Ermenistan’a dönüm noktası olacak bir ziyaret de düzenledi ve ilişkileri iyileştirdi. Haberlere göre Türkiye, nükleer programı yüzünden İran’a karşı askeri bir saldırı düzenlenmesine de karşı çıkıyor. Başkan Obama’nın 6 Nisan 2009 tarihinde Müslüman dünyasına en kestirmeden eriştiği yer, Birleşik Devletlerin “İslam’la savaşta olmadığını ve asla olmayacağını” söylediği Türkiye Büyük Millet Meclisi idi. Böylesi bir senaryo, katı bir Siyonist için elbette ki arzulanır bir şey değildir. İsrail’in Türk ordusundaki generallerle on yıllarca koruduğu derin bağlara bakınca, sivil hükümeti devirmeyi hedefleyen başarısız olmuş şu son darbe teşebbüsüyle arasında bir bağ olduğunu keşfettiğimizde şaşırmayabiliriz.

Tüm bunlar, Kongre Dış İlişkiler Komitesi’ndeki “önce İsrailcilerin” Türkiye’yi asırlık iftirayla cezalandırma gereğini niçin hissettiklerini açıklayabilir. Ancak dikkatli bir değerlendirme, Türkiye ile ilişkilerin kötüleşmesinden Amerika’nın kaybedecek çok daha fazla şeyi olduğunu gösterecektir. Amerikan kamuoyunun seçilmiş yetkililerinin devlete zarar veren hareketlerini sorgulama vaktidir.


Kaynak: Middleeast Media Monitors
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı