Dünya Ekonomik Forumu'nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in yaptığı konuşma üzerine ortaya koymuş olduğu tepki, geçtiğimiz ay İsrail'in Gazze'ye saldırısı ile başlayan süreçte Türkiye'nin soruna ilişkin takip ettiği dış politikanın önemli tezahürlerinden biridir.
Bu açıdan bakıldığı zaman Sayın Başbakan'ın tavrı, Gazze saldırılarının başlangıcından bugüne kadar hem Türkiye'nin resmi politikalarına, hem de şahsen ortaya koyduğu tavra ve gündemde tutmaya çalıştığı söyleme uygun bir tavırdır.
Konuya ilişkin yorum yapan ve Başbakan'ı eleştiren bazılarının söylediklerinin tam da aksine, Başbakan'ın zamanlaması, seçmiş olduğu kelimeler, üslubu, vücut dili, tavrı ve o kısacık zaman dilimi içerisinde vermiş olduğu karar, diplomasi derslerinde okutulabilecek ciddi bir örnek olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Elbette bu noktada diplomasiyi eski yol ve yöntemlerle Bizans oyunlarının uluslararası ilişkiler versiyonu, en iyi yalan söyleme, kandırma, aldatma ve ikiyüzlülüğün sanatı olarak bilenler ve aynen Şimon Peres'in Davos'ta ortaya koyduğu örnekle anlayıp uygulamaya çalışanlar için söylenecek pek söz yok. Onlar diplomasiyi gizli kapılar ardında, küf kokmuş odalarda ve çapraşık ritüellerle sürdürülen karanlık pazarlıkların bir aracı olarak görebilirler. Onların okudukları literatür ve güce tapınan realist bakış açıları bunları gerektirebilir. Ancak bu anlayış en azından 20. yüzyılın başından bu yana meşruiyetini kaybetmiş, bilimsellik iddiasını ve hele hele literatürde tekel olma özelliğini yitirmiş durumdadır.
Kısaca, dış politikayı uygulama, uluslararası ilişkileri yürütme sanatı, yol ve yöntemi olarak tanımlanan ve bir süreç olarak anlaşılan diplomasiden söz ettiğimiz zaman biz mütekabiliyetten, açıklıktan, doğruluktan, şeffaflıktan, tutarlılıktan ve hatta denetlenebilirlikten de söz ediyoruz demektir. Bu tanımın gereği olarak da Sayın Başbakan'ın tavrının, son dönemlerde Türkiye'nin takip etmeye çalıştığı dış politika ile uyum içinde ve tam da diplomatça olduğunu kabul etmemiz gerekecektir.
Türkiye'nin son dönem dış politikası başta komşuları olmak üzere içinde bulunduğu bölgede barışın inşasına katkıda bulunmak, bölgesel istikrarı sağlamak ve bu yolla da bölgenin huzur ve refahına katkıda bulunmak olarak özetlenebilir. Türkiye, kendi refah, huzur ve mutluluğunun bölgesel istikrara bağlı olduğunun bilincinde politikalar geliştirmeye çalışmaktadır. Türkiye, güvenlik tüketen değil; güvenlik üreten bir ülke ve son tahlilde de güvenilen bir ülke olmak arzusundadır. Sadece yakın değil uzak komşularıyla da sıfır sorun istemektedir. Agresif olmayan ama pro-aktif ve ritmik bir diplomasi anlayışını uygulamaya sokmaya ve sürdürmeye çalışmaktadır. Sorunların ve bölgenin açıkçası bir nesnesi değil, öznesi olmak gerektiğinin farkındadır. Tüm taraflarla iyi niyet temelinde ve meşru araçlarla ilişkilerini geliştirmek, hatta çatışma ve kriz ortaya çıkmadan diplomatik yollarla sorunların halli noktasında görev almak istemektedir. Son dönemlerde bölgesel tüm sorunlarda da Türkiye olaylara aktif bir şekilde müdahil olmuş Filistin, İsrail, Suriye, Lübnan, İran, Gürcistan ve Ermenistan ile geliştirdiği ilişkilerde de bu isteğine uygun roller üstlenebileceğini göstermiştir. Türkiye'nin bu ülkeler ve bu ülkelerle bağlantılı sorunlarda ortaya koyduğu diplomatik girişimleri eski değil yeni diplomasinin ilkeleri üzerine inşa edilmiş; mütekabiliyeti esas alan, açık, şeffaf, samimi kalıplar üzerine oturtulmuştur.
Batı'nın görmek istediği Türkiye nedir?
Ancak bu noktada anlaşılması gereken bir husus, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerdeki yeni konumu ya da yönelimine ilişkindir. Türkiye'nin komşuları ve bölgeye ilişkin diplomasisi bazılarınca bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yanlış anlaşılmakta ya da yanlış lanse edilmeye çalışılmaktadır. Bu yanlışlar iki ana noktada toplanabilir: Birincisi, Türkiye'nin Batı bağlantısının bu süreç içerisinde zayıfladığı yönündedir. İkincisi de Türkiye'nin bölgesel bir aktör olmak istediği varsayımına dayanmaktadır.
İkincisinden başlayarak konuyu değerlendirirsek açıkça şunu ifade etmemiz gerekecektir. Türkiye'nin bölgesel bir güç olmasını isteyenler ya da ona böyle bir rol biçenler, Türkiye'nin potansiyelini hafife almak gibi bir yanılgı ya da Türkiye'yi bölgeye mahkûm etmek gibi bir gayret içerisinde olmalıdırlar. Türkiye elbette herhangi bir ülkenin yapması gerektiği kadar en azından komşuları ve bölge ile ilgilenecektir ve ilgilenmelidir de. Ancak bu onun global aktör olma imkânlarını göz ardı etmemizi gerektirmez. Küresel aktör olarak Türkiye'nin oynayacağı rol aslında onun global bir aktör olarak ortaya koyacağı role ve politikalara bağlıdır. Bu da Türkiye'nin bir yandan siyasetten ticarete her tür ikili ve çok taraflı ilişkilerini sadece bölge değil tüm dünyadaki ülkelerle geliştirmesine, öte yandan da uluslararası ilişkilerde gittikçe önem kazanan global değerlere dayalı bir dış politika söylemine sahip olmasıyla mümkün olacaktır. Küresel sorunlara duyarlı, insan hak ve özgürlüklerini ön plana çıkaran, küresel etik ve ahlakı esas alan bir politika ve diplomatik dil, Türkiye'nin küresel bir aktör olarak önünü açacaktır. Tüm insanların hayat hakkını savunmak, adaleti tüm insanlar için talep etmek ve sadece retorikte değil pratikte de bunları açık bir biçimde ortaya koymak Türkiye'nin bir yandan güvenilirliğini yükseltirken öte yandan da global olarak etkinliğini artıracaktır.
Tam da bu nokta Türkiye'nin başta ABD olmak üzere, AB ve AB üyesi Batılı tüm ülkelerle de ilişkilerini güçlendiren bir unsur olacaktır. Türkiye'nin Batı bağlantısının önemli bir halkasını oluşturan İsrail ile ilişkileri de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Türkiye her zaman Doğu'da etkin olduğu sürece Batı'da kabul görmüş; Batı'da kabul gördüğü sürece de Doğu'da etkin olmuş bir ülkedir. Gazze krizi ile başlayan bu süreçte, Davos'ta Sayın Başbakan'ın ortaya koyduğu bu tavır; Türkiye'nin yükselen global rolüne açık bir işarettir. Her şeyden önce Başbakan'ın bu samimi, içten ve pazarlıksız görünen tavrı Türkiye'nin inşa etmeye çalıştığı tüm tarafların güvendiği ülke olma özelliğini güçlendirecektir. Bu tam da diplomasinin gereği bir tavırdır aslında; en sert diplomatik tavırlar, en yumuşak savaşlardan daha insancıldır. Davos'taki Başbakan'ın tavrı elbette Peres'in konuşmasına ve üslubuna; dolayısıyla İsrail'i yönetenlere yöneliktir. Erdoğan'ın bu tavrı İsrail'i barışa zorlayacaktır şüphesiz. Ama aynı zamanda Hamas'ı da barışa zorlayacağı için aslında Türkiye'nin ortaya koyduğu politika bölgesel bir barışın mümkün olduğunu da göstermektedir. Barış için tarafların Türkiye dışında şansı da yok aslında.
Bu politikanın da iddia edilenlerin tam aksine Türkiye'nin başta İsrail olmak üzere ABD ve AB ile ilişkilerini daha da geliştireceğini ve Türkiye'nin Batı bağlantısını daha da güçlendireceğini söylemek çok yanlış olmayacaktır. Başbakan'ın söylemi ve tavrı hem AB liderleri ve hem de Obama liderliğindeki yeni Amerikan yönetimi nezdinde olumlu karşılık bulacaktır. Aslında bilinmesi gereken şey şudur: Batı'nın muhatap olarak yanında görmek istediği şey güçlü, meşru temellere dayalı, temsil kabiliyetine sahip, ciddi, samimi ve egemen bir devlet ve hükümettir. Türkiye'nin son dönem dış politikada sergilediği tavır da budur.
Zaman