Financial Times yazarı Gideon Rachman bu hafta Türkiye’nin AB üyeliğini savunurken, ilgi çekici bir fikir ortaya attı: Türkiye’yi işçilere ve göçmenlere dolaşım serbestisi olmadan birliğe almak. Fazlasıyla çok sayıda Türk’ün Batı’ya taşınmaya bayılacağı aşikâr ve mantıklı insanların bu sonuçtan hiç hoşlanmayacak olması bir yana, bu tür bir akın Narvik’ten Napoli’ye kadar gerilim yaratacaktır. Rachman’ın da dediği gibi: “Bilhassa Türkiye gibi Müslüman ülkelerden kaynaklı kitlesel göçe, bazı Batı Avrupa ülkelerindeki iç politikayı altüst etmeye yetecek kadar olumsuz bakılıyor.”

Göçmen akışına belli sınırlar getirmek rahatsızlığı ve sağcı popülizmin elde edeceği siyasi kârı azaltabilir. Fakat başka bir mesele var: Jeopolitik. Bu unsurun üstü genellikle, Türkiye’nin Batı’yla Doğu arasında bir ‘köprü’ olduğu hatırlatılarak örtülüyor. Türkiye’nin üyeliğiyle birlikte, AB kısa süre içinde nüfusu bütün diğer üyelerinkini aşacak, öte yandan kıtanın sınırlarını, dünyanın en tehlikeli bölgesi sayılan Ortadoğu’ya taşıyacak olan bir ülkeyi bünyesine katacak.

Kürtlerle savaş sürüyor
Bugüne dek AB ‘Roma imparatorluğu sendromu’yla, yani aralıksız genişlemeye bağlı sürekli stratejik çatışmalarla yüz yüze gelmedi. Birlik baştaki altı üyeli çekirdekten çıkıp Britanya, İskandinavya, Avusturya vs. şeklinde genişlerken, gayet süt liman olan, hatta pasifist toplumları içeri aldı; bunlar aynı zamanda (faşizm sonrası İspanya ve Portekiz hariç) istikrarlı demokrasilerdi. Aşamalı genişleme ne iç gerilime ne de dış sürtüşmelere neden oldu.

Fakat Türkiye, gün geçtikçe güçlenmesine rağmen İslami rengini bir kenara bırakalım, birçok başka açıdan farklı türde bir yaratık. Ülke içinde demokrasi henüz yerleşmiş değil. Tayyip Erdoğan’ın hükümeti demokratik yoldan yetki almış olsa da, liberal olmayan bir hasmı (yani generalleri) bitirmek için liberal olmayan yollar kullanıyor. Fakat araçlar sonucu çürütecek gibi görünüyor; ‘askeri vesayetsiz’ bir Türkiye, hiç de öyle Boğaziçi’nde bir İsveç gibi parlamayabilir.

Hükümet ayrıca, laik seleflerinin yaptığı gibi, kendi Kürtlerine karşı acımasız bir savaş yürütüyor. Bu da ülke içi sukünetin hep başka bahara kalması demek, keza hukukun üstünlüğüne saygının da. Dışardaysa AB kendisini aniden Suriye ve İran’la sınırdaş bulacak; halbuki şu an, hiç de sitayişle anılmayan bu devletleri kendisinden belli bir uzaklıkta tutabiliyor. Avrupa’nın tüm bunları hazmetmesi çok zor. Ankara’nın Kürtlere karşı yürüttüğü savaşa kıyasla, İspanya’nın Bask ayrılıkçılığıyla savaşı parkta gezintiye benziyor.

Gelelim dış politikadaki Erdoğanizme. Kıbrıs’a yönelik harekâtı veya Suriye’yle savaşın eşiğine gelmesini bir yana bırakırsak, Türkiye geçmişte Batı’yı kızdıracak tavırlar sergilemedi. Bugün Ankara Doğu’ya doğru kulaç atıyor, Şam ve Tahran’la mantık evlilikleri yapıyor.

Yeni strateji Avrupa’yı Türkiye’nin üyeliğine daha yatkın hale getirme çabasıyla, ‘ya beni al ya da yapacağımı bilirim’ tavrıyla karıştırılmamalı. Bu, yeni ve üstelik zorlayıcı bir hevesi yansıtıyor. Mısır’ın oyundan hemen hemen çıktığı ve Suudi Arabistan’ın İran korkusuyla titrediği bir dönemde, Sünni-Arap dünyasının liderliği ortada sahipsiz duruyor.

ABD sonrası Irak parçalanırsa, Türkler Kürtlerin yaşadığı kuzeyi elde etmek isteyecektir, ki bu bir taşla iki kuş vurmak anlamına gelir: Bol petrol ve Türkiyeli Kürtlerin sığınağının ortadan kaldırılması. Daha uzun vadede Türkiye’nin hevesleri, aynı jeopolitik ödülde, yani Araplara üstünlük kurmakta gözü olan İran’ınkilerle kaçınılmaz olarak çarpışacaktır.

Bu dinamik alın yazısı değil, fakat mümkün. Böyle bir durumda, AB ciddi sorunların taşıyıcısı olan bir ‘eklem’ ülkeyi niye almak istesin? Sakin ve kendi içine bakan AB, sınırları içinde ve dışında düzeni dayatacak gerçek bir imparatorluk değil. İstikrarı baştan farzediyor. AB ‘örnek kabilinden bir imparatorluk’ ve ne büyük hevesleri ne de büyük bir stratejisi var.

Yunanistan bile hâlâ hazır değil
AB İspanya ve Portekiz’de, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan’da istikrarın itici gücü olabildi. Fakat bunlar ilave Avrupa maceralarında gözü olmayan bitap ülkelerdi; kurallara tabi ve Brüksel’in bahşettiği bolluğun içinde yaşamaktan mutluydular. Türkiye’yse, tabiri ödünç alırsak, ‘fazla uzak bir köprü’ olacaktır.

Türklere Avrupa’nın vermesi gereken bütün ticaret ve yatırım ayrıcalıklarını tanıyalım elbette. Onlara, Avrupa’yı demir attıkları liman olarak kabul edecekleri gün gelip oturacakları bir yer de ayıralım. Fakat şimdi değil; en az bir nesil boyunca da değil. Ya da meseleye bir de şöyle bakalım: 11 milyonluk nüfusuyla ufak Yunanistan 1981’de kabul edildiğinde Avrupa’ya hazır değildi. Bugün hâlâ hazır değil. Türkiye’yse 72 milyonluk bir ülke. (Die Zeit editörü, Stanford Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü’nde öğretim üyesi, 25 Ağustos 2010)

 


Kaynak: Radikal