Eğer "ayaklanma"yla hükümeti –farklı şiddet türleriyle– devirmek isteyen insanların sokak eylemlerini kastediyorsak, ayaklanmaların az rastlanırlığının nereden geldiğini vurgulamak gerekir: Bu ayaklanmalarmuzaffer oldular. Yerini 23 yıl boyunca güvenli bir şekilde korumuş bir rejim aynı eylemle alaşağı edildi ve kaçınılmaz olarak, geriye dönük şekilde "en zayıf halka" olarak tesis edildi. Sevinmekle yetinebilecekken, neden bu fenomeni analiz etmemiz gerekir? Esası gereği kanâatkar bir karakterde –buna uzlaşmacı karakter diyelim– belli belirsiz bir huzursuzluk kendini hissettiriyor. Bu huzursuzluğun mevzubahis olayların içkin gayri-meşruluğuna rağmen gösterilmesi gerekiyor. Bugün 'Bin Ali'yi seviyorum, iktidarı terk etmesinden dolayı gerçekten çok üzgünüm' demek kolay değil. Bunu söylediğinizde kendinizi çok kötü bir konumda bulursunuz. Fransız polis gücünün bildiklerini [savoir-faire] Bin Ali'ye sunmakta gecikmesinden dolayı müteessir olduğunu alenen belirten Dışişleri Bakanı Alliot-Marie'ye bu yüzden teşekkür borçluyuz: İş arkadaşı siyasetçilerin fısıldadıklarını o yüksek sesle söyledi. Hemen yanıbaşındaki Sarkozy ikiyüzlü ve korkak. Sadece birkaç hafta öncesine kadar Bin Ali'nin İslamcılığa karşı sağlam bir siper ve Batı'nın mükemmel bir öğrencisi olmasına sevinen, fakat bugün kanaâtlerdeki bir uzlaşma yüzünden kuyruğunu bacak arasına kıstırıp ülkeyi terk edişine seviniyormuş gibi yapmaya mecbur kalan sağ ya da sol kanattaki herkes gibi.
Bir kez daha: Popüler şiddetle (ve bilhassa gençlerin önderliğini yaptığı bir şiddetle) devrilen bir hükümet nadir bir vakadır, bir emsalini arıyorsanız otuz yıl geriye, yani İran Devrimi'ne (1979) gitmeniz gerekir. Bu otuz yıl boyunca hakim olan görüş, böyle olayların artık imkansız olduğu yönündeydi. 'Tarihin sonu' tezi bu iddiayı savunuyordu. Bu tez bundan sonra hiçbir şeyin olmayacağını söylemiyordu şüphesiz: 'Tarihin sonu' demek, 'tarihte olayların sonu [l'événementialité historique]' demek anlamına geliyor, Trotsky'nin deyişiyle 'kitlelerin tarih sahnesine girişi' yararına iktidar örgütlenmesinin baştan başlayabileceği bir dönemin sonu. Pazar ekonomisi ve parlamenter demokrasinin ittifakı olağan gidişat sayılıyordu, bu ittifak genelleştirilmiş öznelliğin sürdürülebilir tek normuydu. 'Küreselleşme' teriminin de anlamı budur: Bu öznelliğin küresel öznelliğe dönüşmesi. Bu durum cezalandırıcı savaşlarla (Irak, Afganistan), iç savaşlarla (işlevini yitirmiş Afrika devletlerinde görülen savaşlar), Filistin Direnişi'nin bastırılmasıyla vb. de uyumsuzluk arz etmiyor üstelik. Bu nedenle, Tunus olayları her şeyin ötesindetarihselliğiyle büyüleyici: Bu olaylar, yeni ortaklaşa örgütlenme biçimleri yaratma kabiliyetinin bozulmadan kaldığını gösteriyor.
Pazar ekonomisi ve parlementer demokrasinin oluşturduğu, aşılamaz bir norm olarak addedilen birliğe, 'Batı' adını vermeyi öneriyorum –onun kendine verdiği isim de bu zaten. Dolaşımdaki diğer isimler arasında gözümüze çarpanlar 'uluslararası topluluk', 'medeniyet' (hak ettiği üzere, farklı barbarlık biçimlerinin karşısında konumlandırılır, bkz. 'medeniyetler çatışması'), 'Batılı güçler'... Hatırlarsanız bundan otuz yıl önce bu ismi –Batı– norm olarak benimseyen tek grup, (gençliğimde uğraşmak zorunda kaldığım) demir sopalar kullanan küçük bir grup faşistti. Bir kelimenin göndergesinin bu kadar çarpıcı şekilde değişmesi, dünyanın kendisinin değiştiği anlamına gelebilir yalnızca. Dünya artık aynı aşkınsala sahip değil.
Ayaklanmalar çağında mıyız?
Yunanistan, İzlanda, İngiltere, Tayland (renkli gömlekler), Afrika'daki açlık isyanları, Çin'deki hatırı sayılır işçi ayaklanmalarına bakarak bir ayaklanmalar çağında olduğumuzu düşünebilirsiniz. Fransa'da da ayaklanma-öncesi gerginliği türünden bir şeyler var, fabrika işgalleri gibi olaylar sayesinde insanlar ayaklanmaları kabullenmenin eşiğinde.
Açıklamak gerekirse, kapitalizmin son iki-üç yılda görünür hale gelen (ve hiç de sona ermemiş) sistemsel krizi söz konusu; bu krize toplumsal çıkmazlar, fakirlik ve sistemin ne uygulanabilir ne de evvelden beri söylenildiği kadar muhteşem olduğu hissinin büyümesi eşlik ediyor. Siyasal rejimlerin boşluğu artık aşikar, tek amaçları iktisat sistemine hizmet etmek ('bankaları kurtarın' bölümü bilhassa örnekleyiciydi) ve bu durum itibarlarını yitirmelerine büyük katkı sağlıyor. Bu esnada, ve tam da sistemsel sağkalımın işleyicileri olduklarından, devletler bundan başka birçok alanda da gerici tedbirler aldı (demiryolları, posta servisi, okullar, hastaneler...).
Bu olayları tarihsel dönemlendirme çerçevesinde konumlandırmaya çalışacağım. Zannımca isyana yönelik eğilimler ara dönemlerde ortaya çıkıyor [périodes intervallaires]. Ara dönem nedir? Devrimci mantığın belirginleştiği ve kendini bir alternatif olarak açıkça sunduğu bir kesit var, bu kesidi devrimci fikrin henüz hiç kimseye devredilmediği, henüz kimsenin fikri ele geçirmediği, yeni alternatif bir eğilimin inşa edilmediği bir ara dönem takip eder. Böyle dönemlerde gericiler, tam da alternatif zarar gördüğünden, işlerin doğal gidişatına döndüğünü söyleyecektir. Bunu tipik bir şekilde 1815'de Kutsal İttifak'ın eski haline getirilmesinde gördük. Ara dönemlerde hoşnutsuzluk vardır fakat yapılandırılamaz, çünkü paylaşılan bir fikirden kendine güç devşiremez. Gücü özünde olumsuzdur ("gitsinler"). Bu sebepten ara dönemlerde kitlesel eylem biçimi ayaklanmadır. 1820-1850 dönemini ele alalım: Ayaklanmalarla dolu mühim bir dönemdi (1830, 1848, Lyon'un Canut [tekstil işçileri] ayaklanmaları [1831, 1833 ve 1848]), bu isyanlar neticesiz kalmadı, plansız [aveugle] gerçekleşmesine rağmen çok verimliydi. Gelecek yüzyılın omurgasını oluşturacak olan küresel siyasal yönelimlerin temeli bu dönemde atıldı. Marx da bunu belirtir: Fransız işçi hareketi (Alman felsefesi ve İngiliz ekonomi-politiğinin yanı sıra) onun düşüncesinin kaynaklarından biridir.
Ayaklanmaları değerlendirmek için kıstaslar nelerdir?
Ayaklanmanın –devletin iktidarını sorguladığı derecede– sorunu, devleti siyasal değişime açması (devletin çöküşü ihtimali), ancak bu değişimi bedenleyememesidir: Devlette neyin değişeceği ayaklanma tarafından önceden tasarlanmıyor. İsyanın, kendinde bir alternatif sunan devrimle temel farkı budur. Bu yüzden her zaman isyancılar, istisnasız, yeni rejimin eski rejimle özdeş olmasından yakınmıştır (modeli, III. Napolyon'un düşüşünden sonra, 4 Eylül'de eski siyasi kadro tarafından yeni bir rejimin kurulmasıdır). Parti kavramı, önce Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi sonra da Bolşevikler tarafından, kendini halihazırdaki iktidara bir alternatif olarak kurmaya açıkça elverişli bir yapı olarak tasarlandı. İsyancı figürü siyasal figüre dönüştüğünde, yani kendinde ihtiyaç duyduğu siyasal beden olduğunda ve yerleşmiş bir siyasete rücu ettiğinde işe yaramaz hale gelir, buna ara dönemin sonu diyebiliriz.
Tunus isyanına dönecek olursak, görünen o ki isyan gelecek iktidar figürünün, halk hareketinden kopukluğunu ifşa ederek –ve kendini bölerek– devam edecek ve gelecek iktidar figürünü de istemeyecek. Peki o zaman isyanı hangi kıstaslar üzerinden değerlendireceğiz? Öncelikle isyana dair bir miktar duygudaşlık beslemeliyiz, bu zorunlu bir koşuldur. Diğer bir kıstas olumsuzlayıcı gücünün tanınmasıdır, nefret edilen iktidar en azından sembolik olarak çökmüştür. Peki burada olumlanan nedir? Batı basını bu soruya, orada ifade edilenin Batı arzusu [désir d'Occident] olduğu cevabını verdi çoktan. Olumlayabileceğimiz şey, söz konusu olanın bir özgürlük arzusu olduğu ve bunun Bin Ali'nin hem despotik hem de yozlaşmış rejimi altında tartışmasız meşru bir arzu olduğudur. Böyle bir arzunun nasıl olup da Batı arzusu olduğu meselesi ise çok sorunlu [problématique].
Bir güç olarak Batı'nın, müdahale ettiği yerlerde özgürlüğün nasıl örgütleneceğini dert edindiğine dair şu ana kadar hiçbir delilimiz yok. Batı için önemli olan şudur: 'Benimle mi, bensiz mi yürüyeceksin?', bu beyan 'benimle yürü [marcher]' ifadesine pazar ekonomisine [l'économie de marché] özgü zımni anlamı verir –eğer gerekirse karşı devrimci polisle işbirliği içinde. Mısır ve Pakistan gibi "Dost Ülkeler" Bin Ali'nin Tunus'u kadar despotik ve yozlaşmıştır, fakat Tunus olaylarında özgürlüğün hevesli savunucuları gibi gözükenlerden bunlar hakkında neredeyse hiçbir şey duymadık.
Batı arzusu'na indirgenebilen bir halk hareketini nasıl tanımlamalı? Kendini despotluk-karşıtı bir isyanda gerçekleştiren, olumsuzlayıcı ve halkın gücü kitlede vücut buluyor, olumlayıcı gücündeyse Batı'nın değer verdiği normlardan başka norm bulunmayan bir hareketin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz, böylesi bir tanım herhangi bir ülke için geçerli olacaktır. Bu tanıma uyan bir halk hareketi seçimlerle son bulma şansına sahiptir ve başka bir siyasi perspektifin gelişmesi için hiçbir sebep yoktur. İddiam şu ki böyle bir sürecin sonunda, Batı içermesi'ne şahitlik etmiş olacağız. Batı basınının bize söylediğine göre bu olay isyan süreçlerinin, ve halihazırda Tunus'ta görülen isyanın kaçınılmaz sonucudur.
Eğer, Marx'ın öngördüğü üzere, özgürleştirici fikirlerin küresel mekanda gerçekleştirildiği doğruysa (laf aramızda 20. yy. devrimleri buna uymuyor), Batı içerimi sahici bir değişim olamaz. Peki özgün değişim nedir? Batı'dan bir çıkmadır, 'gayri-Batılılaşmadır', ve dışlama biçimini alacaktır. Bir rüya diyeceksiniz, ama bu tam da bizimki gibi bir ara döneme özgü bir rüya.
Eğer Batı içerimine doğru bir evrimden başka bir evrim olsaydı, bu neyi ispat ederdi? Burada hiçbir cevaba yer yok. Devlete özgü; zorunlu olarak uzun, çileli ve seçimle çözülecek sürecin analizinden hiçbir şey beklenemeyeceğini söyleyebiliriz sadece. Gereken, insanlar arasında sabırlı ve titiz bir soruşturmadır. Bu soruşturmada peşine düşülenler, kaçınılmaz bir bölünme sürecinin ardından (çünkü hakikati taşıyan her zaman İki'dir, Bir değil, hareketin bir bölümü tarafından ileriye taşınacak olanlardır: bildiriler [des énoncés]. Beyan olunan hiçbir şekilde Batı içermesiyle çözüme kavuşturulamaz. Bu bildiriler, mevcutlarsa şayet, kolayca tanınacaklardır. Bu yeni bildirilerin koşulları altında, ortaklaşa eylemin figürlerinin örgütlenmesinin gelişimi anlaşılabilir.
Sonuç olarak duygudaşlığa geri geliyoruz. Tunus olaylarından alınacak ders, asgari ders, hiç güçten düşmeyecekmişçesine sarsılmaz gözükenin sonunda çökebileceğidir. Ve bu sevindirici, çok sevindirici.
Çeviri:Selim Karlıtekin & Pınar Üstel.