Orta Doğu, peygamberler yatağı, medeniyetler otağı. Fakat modern zamana gelince hem bölgede ve hem de dünyada birinci sıradaki mayınlı tarlalardan. Klasik dönem kitaplarına bakıldığında gerek Mısır ve gerekse Filistin, Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak, Arabistan, Yemen pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış yerler. Dinler tarihinin, felsefe tarihinin, iktisat tarihinin ve siyasal tarihin hepsinin geçemeden ilerleyemediği coğrafya burası. Tarih okumamış, tarih bilgisi olmayan kimseler açısından ise bugünkü haline bakılarak korkulacak, kaçınılacak bir bataklık..

Peki, bu büyük dönüşüm nasıl oldu diye hiç sormak aklınıza gelmez mi? Eski zamanların pek çok tarih felsefecisi, mesela İbn Haldun, medeniyetlerin yükseliş ve çöküşlerine dair bazı teoriler geliştirmişlerdir. Lakin unutmamak lazımdır ki hepsi de modernite öncesi dönem toplumsal yapıları üzerine mebni görüşlerdi. Yani rakip ve hatta düşman bile olsalar bazı esaslarda birbirlerine benzeyen yapılar söz konusuydu. Mesela Osmanlı ve Safevi örneğinde gördüğümüz gibi siyaseten düşman ama yapısal, kültürel, yönetimsel, zihinsel değerler itibarı ile birbirine çok benzeyen yapılar vardı ortada. Aynı şeyi Beylikler dönemi rekabetlerinde de görmekteyiz. Yani demek istediğim şu ki ötekini ontolojik olarak reddeden bir mutlak inkar değildi yaptıkları.

Fakat Modernite ile beraber bu değişti. Geleneksel değerlerden kopan taraflar artık birbirlerinin sadece rakibi veyahut düşmanı değil külli manada münkiri oldular. Rekabet ve hatta düşmanlık arızi idi, bir süreliğine idi, o sebepler ortadan kalkınca asla dönülen konjoktürel durumlardı. Ama inkar öyle değil. Her zaman geçerli ve nesilden nesile geçen kalıtımsal bir gen idi adeta. Ve bu modern durum geçmişte örneği görülmeyen bir metafizik kırılma idi.

Bilirsiniz, bazı şeylere muttali olsam bile çok fazla günlük siyaset hakkında yazan biri değilim. Olayların arka planı üzerine yoğunlaşınca sebepler aleminin değişmezler alemi oysaki günlük hadisatın değişkenler alemi olduğunu anlarsınız. Sabitler, prensipler, esaslar daha çok ilgimi çeker nedense. Ancak günlük hadisat esaslara dokunmaya başladığında o zaman artık o gidişattan ayrı kalamazsınız. Bir tavır almanız, bir duruş sergilemeniz gerekir.

Bugünlerde Orta Doğu’da oluşan hadisat sanki daha ileri merhaleler için bir girizgah mahiyetini taşıyor gibi. Tabii ki Allah korusun duasını da unutmadan. Bu durumda siz gerçek bir halveti gibi insanlardan uzak bir mağarada inzivada bile yaşasanız seccadeyi tesbihi toplayıp artık oradan inmenizi gerektirici düzeyde bir gelişme olabilir. Çünkü bilirsiniz ki şehirde başlayan yangın dağ başındaki kartal yuvalarına kadar ulaştığında artık kartalların pike yapmasından başka ümitleri kalmaz.

Orta Doğu’nun modern kırılma dönemi Devlet-i Aliyye-yi Osmaniyye’nin yıkılışından sonra başlayan dönemdir. Çok uluslu bir imparatorluğun bağlı olduğu geleneksel değerler olan kuşatıcılık, kapsayıcılık ve birlik anlayışı yerini anti-geleneksel olan profanlaştırma, metafiziksizleştirme, mezhepleştirme ve ulusçulaştırmaya bıraktı. Küçük parçalara ayrılan hücrelerin başına da güç, para, unvan gibi geleneksel değerler sisteminde rezil karakter örnekleri olarak sayılan hasletlere sahip kasabalı başçavuşlar kral olarak gelince operasyonun birinci ayağı tamamlanmış oldu. Bu dönüşüm hemen hemen yeryüzünün her yerinde böyle oldu diyebilirsiniz. Fakat hayır öyle zannettiğiniz gibi olmadı. Büyük fark şu: Oralardaki dönüşümler, iyi veyahut kötü, içten dinamiklerle gerçekleşmişti. Buna 1917 Bolşevik Devrimi dahildir. Fakat Orta Doğu’da öyle olmadı. İki büyük dışsal faktör bu dönüşümleri belirledi. Birincisi üzerine güneş doğmayan lakaplı Büyük Britanya İmparatorluğunun kendine en ciddi rakip imparatorluk olarak gördüğü Osmanlı İmparatorluğunu sonlandırma projesi. Zira o imparatorlukla sadece İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda karşılaşmıyordu. Elinin altındaki Hindistan’da birileri çıkıp “Bizim Halifemiz İstanbul’dadır biz ona bağlıyız” diyordu. Aynı şeyi Java adalarında, Sudan’da, Uganda’da işitiyorlardı. İnsanların İstanbul’a bakışları sıradan bir bakış değildi. Bazılarının Vatikan’a, bazılarının Buckingham’a bakışı gibiydi. Bu kabul edilemezdi ve bu yapı derhal imha edilmeliydi. Bu birinci dışsal niyetle şimdi bahsedeceğim bir ikinci dışsal niyetin örtüşmesi Orta Doğu’nun geleneksel yapı taşlarını bozarak bugünkü kaotik hale gelmesini sağladı.

Bu ikinci niyet ise geleneğinden kopmuş bir Yahudilik anlayışının Tanrıyı bulmak için muhakkak Filistin topraklarında bulunmak lazım anlayışından kaynaklanan fasit niyeti. Bu anlayış, “Her nereye dönerseniz Allah’ın veçhi oradadır” ve “Siz nerede olursanız olun O sizinle beraberdir” Kur’ani anlayışından taban tabana farklı bir anlayıştır. Bu toprakçı, maddeci, mekancı teo-politik anlayışın evrensel ve kuşatıcı bir yapı geliştirmesi mümkün değildi. O zaman Goimlere, yani Yahudi olmayan herkese her şey yapılabilirdi. Tanrı’yı adeta arkeolojik kazı yaparak o topraklarda arayanlar her ne pahasına olursa olsun orada yaşayanları kovmak, vurmak, öldürmekte serbesttiler. Benzer maddeci anlayış yine bunlar tarafından, elmas madenlerinin üzerinde oturan Afrikalılara, su kaynakları üzerinde oturan Kızılderililere de tatbik edildi. Başkasının gözyaşı, kanı, canı, malı üzerine inşa edilerek Tanrı’ya ulaşmak düşüncesine Tanrı ne der acaba diye hiç düşünmeden..

Netice olarak birincisi birleştirici bir zihniyetin ortadan kaldırılması ve ikinci olarak “Buranın kabadayısı benim hepiniz defolun” diyen bir anlayışın o bölgeye yerleştirilmesiyle güzelim Orta Doğu’nun trajik modern tarihi başlamış oldu. İngiliz (ve Amerikan) -İsrail konsorsiyumu bölgeyi şekillendirmeye devam ediyor. Burada her şey Tel Aviv’in güvenliği içindir. Siz varsınız, yoksunuz çok mühim değil. Bunun için buraya en yüksekten en aşağıya kadar tehdit unsuru olabilecek yapıların rehabilite edilmesi, pasifleştirilmesi ve mümkünse yok edilmesi doğrultusundaki çalışmalar bu ülkeler tarafından yürütülmektedir. Şimon Perez kitabında “Bunu önce nüfuz kullanarak yapmalıyız” der. “Ekonomik ve siyasal olarak kendimize bağımlı kılmalıyız onları” der. Buna direnen yapıları da darbelerle, değişikliklerle ve en sonunda fiziksel olarak müdahale ile sonlandırmalıyız. Sevin sevmeyin Saddam bu ülkeye tehdit idi ve ülkesine müdahale edildi. Suudi Arabistan ve Katar finansörlerdi ve hizaya getirilmeliydi. Birini iç darbeyle yakın zamanda ele geçirdiler. Diğerine ambargo ile hizaya getirmeye çalışıyorlar. Türkiye’deki meş’um darbe teşebbüsünü “Maklubelerine karışıyorlardı onun için ayaklandılar” diye düşünüyorsanız size “Çok safsınız” bile diyemeyeceğim.

Nükleer silahlara sahip İsrail sorun değil. Hatta Nükleer silahlara sahip Kuzey Kore bile Güney Kore üzerinden rehabilite edilmeye başlandı. Ama nükleer silahlara sahip olmadığı uluslararası kuruluşlarca defalarca teyit edilen İran için “Her an olabilir” diyerek anlaşmadan çekilmek kancıklığın ötesinde başka bir şey. Ya rehabilite ederim veyahut yok ederim anlayışının devamı. Bu korkunç planı hisseden Obama köklerinden gelen sorumlukla hep oyaladı. Ama şimdi, su kaynakları üzerinde oturan Kızılderilileri kovan bir tüccarla Tanrı’yı toprak altında arayan birisi bir araya gelerek düğmeye bastılar.

Yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ