Doğrusunu söylemek gerekirse Küçükyalı/Maltepe sahili doldurulurken kötümser duygularla izledim süreci. Kim ve ne adına kaygı duyuyordum? Şehir, tabiat, deniz manzarası çalınan insan… Tabiatın binlerce yıl içinde gel-gitlerle oluşturduğu sınırları örselememek gerektiğini düşünmekten vazgeçmiş değilim. Yine de şimdilerde doldurulmuş sahilde tanık olduğum (katıldığım) toplumsal ilgi başka bir bakışa da zorluyor beni. Sahiller en tabii halleriyle işte böyle halkın dokunuşlarına, seyrine açık olmalıydı. Yukarı orta ve aşağı semtlerden insanlar akın akın sahile geliyor ve çimlik alanlardaki tahta masalara yerleşiyor. Sepetler, semaverler, yaygılar, toplar, termoslar, pide kutuları… Aileler ve arkadaşlar sözleşerek sahilde buluşuyor. Çocuklar çimlerde yuvarlanıyor. Az ileride cami var, ama kimileri iftarın ardından çimlerde namaza duracak. Sahil yolunda yaşlılar koşuyor, gençler bisiklet sürüyor, çocuklar paten kayıyor. Balonlar, kağıt helvalar, mısırcılar, simitçiler, kediler… Adalar ışıl ışıl yanıyor, ay on dördüne yakınlaşmış.
Kalabalıklar D-100’ün üzerindeki semtlerden doğru geliyorlar. Park çok geniş, bir sıkışıklık yaşanmıyor. Herkes oruçlu değil. Kimse kimseye karışmıyor.
Bu sahili iyi tanıyorum. Az ilerisi Çamlık. Küçükyalı’da kırk yıl önce Çamlık ve sahil, neredeyse tamamen İslami hayat tarzına yabancı bir plaj kültürüne sahip kesimlerin hizmetinde olurdu sıcak yaz günlerinde. Ramazan yaz mevsiminden geçerken niyetliler balkonlarında serin bir esinti umarak ezanı beklerdi.
Sahilin halka bu şekilde açılması önemli. Fakat bu önem bakalım hak ettiği özeni haiz mi?
Sahil yolunun nasıl göründüğü ya da orada kimlerin görünmemesi gerektiği, silueti nelerin bozduğu veya güzelleştirdiği üzerine tartışmalar hiç eksik olmadı çağdaşlaşma gündemimizden. Sayıları on binlerle ifade edilen denizi hiç görmemiş varoş kadınları için ilk kez 2000’lerde AK Partili belediyeler gemili turlar düzenledi bildiğim kadarıyla. Sahiller halka açılmaya başladığında, mangal keyfi şikayetleri de tırmanışa geçti. Batı Ülkelerinde görülmeyen manzaralar mıydı bunlar? Haşemalı, göbeğini kaşıyan erkekler, “Akdeniz” beslenme kavrayışından yoksun “görgüsüz” kalabalıklar yüzünden dünyaya rezil olduğumuz öne sürülüyordu. Gazeteci, sosyolog veya siyaset insanının önceliği izbe damlarda unutulmuş insanların mutluluğunu düşünmek değil midir? Varsa yoksa Batı’nın bizi nasıl algılayacağı… 1990’larda dar gelirli tesettürlü kadınlar doktor tavsiyesiyle Esenköy gibi beldelerde taşlı zemin üzerine kurulan plajlara gidebilirlerdi en fazla. Şimdilerde kalabalıklar kısıtlandıkları alanlarla yetinmiyor, maruz kaldıkları “kent haksızlıkları”nın bariyerlerini aşarak sahillere koşuyor. Betonarmeyle koparıldığı toprağa ve gökyüzüne dokunmaya çalışıyor çocuklar. Burası bir “şehir parkı” mı, tartışılır, ancak şehirlinin kaynaştığı bir alan olduğu açık.
Arkitera Mimarlık Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Mimar Ömer Yılmaz ile internet üzerinden dolgu parklar konusunu konuştuk. Dolgu öncelikle geniş inşaat alanlarına sağlanan bir kolaylık ve denizden çaldığı için de ne denli sağlıklı olduğu kuşkulu. Kentsel dönüşümün molozlarının ağırlığını yüklenmeye denizin orta vadeli cevabı meşkuk. Dört başı mamur bir park kurma amacıyla girişilmemiş olması, parkın hikayesini kuşkulu hale getiriyor. Fakat dolgu park aynı zamanda ilgi gösteren kalabalık açısından bakıldığında, bunca insan daha önce işte bu saatlerde nerede vakit geçiriyordu, diye bir soruyu çıkarıyor önümüze. Bahçe yok, semt parkları yetersiz; manzarası ve sunduğu imkânlarla kalabalıkları çekiyor dolgu park. Ömer Yılmaz, “o kadar berbat kentlerde yaşıyoruz ki zaten halk her türlü düzgün parka akın ediyor”diye açıklıyor park kalabalıklarını.
Dolgu park metaforik olarak şehrin imkânlarını tükettiği şeklinde de okunabilir. Kendini yıkarak yeniden var etmeye çalışıyor ve adeta bir oldu bittiye getirerek yapıyor bunu, bu nedenle de cüruflarından kısa süre içinde kurtulması gerek. Denizi doldurmak kârlı gözüküyor, ama bakalım deniz buna ne kadar razı. –Gelişmeci değil- kalkınmacı politikalar tabiatla sınırsızca oynamayı insan zekâsının tabii hakkı hatta vazifesi sayıyor. Bir şehrin oturmuş dokusunda gerçekleşecek değişiklikler konusunda karar vermesi gerekenlerin kimler olduğu sorusuna verilecek cevaplar muhtelif. Pratikte duyduğumuz cevaplar ise –Tahsin Yücel’in Gökdelen romanında konu ettiği üzere- dev projelerin yaptırım gücünün kişisel hikâyeleri silip süpüren egemenliği.
Dolgu park yapım aşamasında beni rahatsız ediyordu, yukarıdan yazdım. Fakat parka akın akın gelen aileler, her yaşta insanın paylaştığı tefrih imkânları, oyun oynayan çocuklar ve hepsinin birlikte oluşturduğu kaynaşma manzarası, eleştirilerimi sakin bir dille düşünmeye zorladı beni. Kalabalıklar dar ve kalabalık evlerden çıkarak toprakla ve denizle buluşmak istiyor. Önemli olan işte bu manzara; şehir, deniz, sahil yolu, belediye, toplu taşıma araçları, çevre yolu bu manzarayı sağlamakla kendilerini gerçekleştirmiş oluyorlar. Eksikliği duyulan iki şeye, ayakların toprağa değmesine ve sohbetlere izin veriyor park ve çocuklar çimlerde yuvarlanıyor. Yağmur yağdığında bile yerleşme sürüyor. İnsanlar şemsiyeleriyle gelmişler.
Kentsel dönüşüm molozları üzerinde kurulan park, sıcak yaz günlerinin, yaz iftarlarının cazip platformu oldu bir ay boyunca, buna kayıtsız kalmak mümkün değil. Şehrin arka planına sıkıştırılmış kalabalıkların tabiatla ilişkisi hesaba katılmadan bir siluet tashihine nasıl gidilebilir? Oturmuş dokunun belli bir silueti var, oysa bu siluet arkalara doğru yoğunlaşan kalabalık ve düzensiz yerleşimleri zaten yansıtmıyordu. Onları hesaba katan bir plan ve programa tabi kılınmıyordu. Dolgu bir bakıma o hadsiz hesapsız yığılmanın da eseri. Maltepe Parkı genişlikte belki emsalsiz dünyada, ancak bir Ueno Park, bir Central Park değil. Adalar manzarasının eskimeyen güzelliğine, yakamozların ışıltısına tutunarak kişiliğini ispatlamaya çalışıyor.
Ramazan boyunca beş kez gittim parka, sonuncu gidişimde birden yağmur bastırdı. Hava raporunu takip edenler tedbirli gelmişler; şemsiyeler açıldı. Yağmur durduğunda sahilde yürüyüşe çıktık. Yürümeye çalışan herkes ıslanan beton zeminde kayarak düştüğünü veya düşme tehlikesi geçirdiğini söylüyordu. Yolun sonuna kadar gidemeden döndük.
İstanbul Belediyesi’nde 1942- 1952 yılları arasında şehrin imar düzeninden sorumlu olan Aron Angel şehri bir “müze” gibi korumaktan yanaymış. O ifrat şimdiki tefriti getirdi ve deniz doldurularak halkın temasına açıldı.
Maltepe sahilinde oluşturulan dolgu alanının uzunluğu 3,5 kilometre, denize doğru eni 400 metre. 2 bin 865 araç otoparkı, 76 otobüs otoparkı, 255 bin metrekare yaya yolu, 24 bin metrekare lale bahçesinin yanı sıra, spor ve çocuk oyun alanları, 10 adet çeşme, kültür ve aktivite alanında sergi mekânları, seyir platformları, 4 bin 600 kişi kapasiteli amfi tiyatro, piknik alanları, dış mekân spor aletlerinin de yer aldığı park alanı projesinde 3 adet helikopter pisti ile bilim parkı da bulunuyor. Bunlardan bir kısmının hayata geçirildiğini gezerken görüyorsunuz.
Mustafa Kutlu “Günümüzün Ramazan’ı” başlıklı Yeni Şafak yazısında anlatmıştı bunu: İstanbul Refahlı belediyelerden bu yana Ramazan ayını bir “şehrayin” halinde geçiriyor. Maltepe Parkı’nda iftar saatlerinde belirginleşen bu hava İstanbul için yeni değil; Osmanlı’dan gelen alışkanlıklar şehri ve şehirliyi Ramazan’ı işte bu şekilde toprağa değerek, denizi ve gökyüzünü temaşa halinde yaşamaya sevk ediyor. İstanbul coğrafyası ve mimarisiyle, denizi, kıyıları ve camileriyle bu şenliği çağırıyor. Park iftarları, İstanbul’un niye öncelikle “müze şehir” olamayacağının da açıklaması gibi.
Herhangi bir parka hem toprağa dokunmaya hem de temiz havada yürümeye ihtiyaç duyduğu için gidiyor insan. Maltepe parkı geniş imkânlara sahip canlı, hevesli bir park. Fakat yağmur yağdıktan sonra sahilde yürünmüyor işte! Yağmurlu günlerde Maltepe parkına gidebileceğimi sanmıyorum artık. O yürüme yolu farklı bir malzemeyle tasarlanmalıydı. Bu konudaki özensizlik önemsememe yanında bir de açılış yapma aceleciliğiyle açıklanabilir. “Şehir parkı” olarak da anılan bir alan malzeme konusunda daha özenli ve seçici davranmayı hak ediyor.