Taş evlerin arasında kıvrılan dar sokaklarda dolaşırken belli bir ritimle tekrarlanan sesle başımı yukarıya kaldırdım. İnsan elinden çıktığı belli olan ritmik ses melodi değildi ama metalik bir soğuklukta da değildi. Biraz daha dikkat kesilince ritmin iç sesini, melodisini yakaladım. İşte her biri bir ustalık eseri, taş işçiliğin özenle bina ettiği taş evlerden birinin damında bir taş ustası taşa şekil veriyordu. Önünde yöreye özgü işlenmeyi bekleyen taşlar... Yere, daha doğrusu üst sokakla aynı seviyedeki dama oturmuş, uzunca bir taş parçasını bir eliyle belli bir açıda tutuyor, diğer elindeki aletle kendine özgü ritimle taşı yontuyordu. Adeta taşı üzmek istemeyen tatlı sert darbeler... Birden başka bir perspektifi keşfedecektim. Taş ustası büyük bir itina ile adeta taşla konuşur gibi ona şekil verirken geri planda tüm ufku dolduran Erciyes yükseliyordu. Arada bunca mesafeye rağmen Erciyes'in muhteşem görüntüsü altında (gölgesi altında mı demeli) taşa şekil veren taş ustası...

Sinan'ın doğduğu köye ilk gittiğimde hafızamda kalan bu görüntüyü hiçbir zaman unutmayacağım. Kim bilir kaç yüzyıl, hatta kaç bin yıldır bu toprağın ruhu o taşa kendinden bir şeyler üfledi. Erciyes'in perde perde beliren görüntüsü, kat kat arşa çıkan ihtişamından ilham alan ustalar hala bu geleneği sürdürüyor. Ağırnas'ı, Gesi'yi, Dimitri'yi gezenler hala ayakta duran o güzelim taş evleri görür. Bu evlerin taşlarına nasıl bir ruh üflendiğini hissederler. Erciyes'ten bir parça güzellik, bir parça ihtişam aksettirir o evler... Yine bu bölgeyi gezerken dikkatimi çeken bir husus: O taş işçiliğe sahip en yeni evlerin büyük kısmı 1950'li yıllara ait. Demek ki bu tarihe kadar o gelenek devam etmiş. Hala taş işçilik devam ediyor. Ama artık geleneksel ev mimarisi olarak taş malzemenin kullanıldığı konutlar pek yok.

Erciyes'in görkeminden ilham alarak taşa şekil veren o ustayı izlerken bir yonttuğu taşa bir de uzakta perde perde şekillenen Erciyes'in görüntüsüne baktım. Demek, beş yüzyıl evvel de Koca Sinan bu görüntüyle sanat ve estetik algısını şekillendirdi. Burada şiirselliğin zirvesine ulaştı. Sonra da bundan ilhamını alarak Süleymaniye'yi İstanbul'a kondurdu.

Taş ustalarından Masonluk örgütlenmesi kuran Batılı gelenekle Sinan'dan bir estetik devralan bizim medeniyetimizin farkı bu olsa gerek. Antik Yunan'dan modern dönemlere Batı kent tarihini değerlendirdiği 'Ten ve taş' isimli kitabında Richard Sennett, insan bedeninin haysiyetini gözetemeyen Batı uygarlığının kent mimarisini tensel arzuların şekillendirdiğini çarpıcı bir şekilde tasvir etmektedir. Bedensel deneyimlerin biçimlendirdiği mimari anlayış karşısında taşa ruhunu üfleyen medeniyet havzası...

Ya biz bu medeniyetin mirasçıları mıyız?!

Önceki gün tekrar Ağırnas'a, Sinan'ın doğduğu eve gittiğimde bu sorular zihnime hücum edecekti... Böylesi muhteşem bir gelenekten bu kadar ucube, yapay bir tarih nasıl kurgulanabilirdi? Antik yunan esintili bir ev yapılmış. İçi nereye ait olduğu belli olmayan bir dekorla doldurulmuş. Mimar Sinan'ın evi olarak kabul edilen mekanın en görünür yerlerindeki Atatürk posterlerinin altına Sinan'a kinaye yaparcasına 'muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur' cümleleri özenle yazılmış. Resmi görevli kendince ezberletilmiş bir Sinan profili ve Osmanlı tanıtımı yapıyor. Sinan'ın nasıl özbeöz Türk olduğuna dair tarihsel kanıtlar sunmaya çalışıyor. Özbeöz Türk olsa ne olur, olmasa ne olur? Osmanlı'nın büyüklüğü bunca farklılıkları bir medeniyet potasında birleştirmesi değil mi? DEVAMI>>>