“Hepimiz Tanrı’dan bir parça değil miyiz / Hepimiz o eşsiz duygunun esiriyiz” diye bir soru- cevapla Vahdet-i Vücut felsefesini sade bir dille aktarıyordu Orhan Gencebay, en sevilen şarkılarından birinde. Aslında uzun bir tefekkür arkaplanına sahip olan sade açıklama kimi yürekleri kandırıyor. Kimileri de daha farklı bir yoldan, laboratuvar işlemlerinin sağlamalarıyla O’na dokunmaya çalışıyor. Annesini yitiren agnostik bir arkadaşım, “İnanabilmeyi hiç bu kadar istememiştim, annemi bir gün tekrar göreceğime inanmayı öyle çok istiyorum ki!” demişti.

İnanmakla inanmamak arasında ince, ama derin bir hat var. Hayatı boyunca imanla küfr arasında gidip gelen insan nüfusu hiç az değildir. Kimisi zihin On Emir’de geçtiği üzere Tanrı’nın varlığını kendisine kanıtlamasını bekliyor. Kimisi için ise Tanrı (Allah)  her yerde. Filozof mizaçlı kızım Merve’nin dört yaşındayken balkonda kendini rüzgâra vererek şöyle dediğini duymuştum: “Rüzgâr görünmüyor, Allah da görünmüyor.”

CERN’in bir merakla beklenilen keşif çabalarının ulaştığı son aşama yeni bir heyecan dalgasına yol açtı. Millet Higgs Bozonu’yla uğraşırken biz neler yaşıyoruz, şeklinde cümleler duyuyorum etrafımda. “Tanrı Parçacığı” arayışı, bilim adamları dahil herkeste başgösteren  postmodern kaosu (bir tür genleriyle oynanmış kesret halini) aşmada ilahi bir elin dokunuşuna, o elin kendi elini tuttuğunu apaçık görme ihtiyacına dönük  bir çırpınışı tezahürü sanki. Karnesine yeni teknolojilerin öngörülmemiş yıkımının dehşetini de katarak ilerleyen kartezyen bilimin yeni aşamalarına, Einstein’ın da ötesine geçen Avrupa merkezli bir buluşla itibar kazandırma maksadını hissettiren bir  mistifikasyon oluşturuluyor Higgs Parçacığı dolayımıyla..  

İnsanların maddeci bir düzlemde de olsa Tanrı'ya dokunma yoluyla başını almış giden bir kıyameti önleme umudunda, dehşet uyandırdığı ölçüde acıklı da gelen bir yan yok mu.. Fakat o kadar da masum olmadığı izlenimi veren, aynı zamanda materyalist keşif arzusunun piyasa taktikleriyle destekli sinsi yöneliminin de ifadesi olan bir gösterge de bu... Adeta, “varsa eğer Tanrı'yı da ancak biz keşfedebilir,  "5 sigma" seviyesinde sinyalimizle de elle tutulur hale getirebiliriz”, demek istenirmiş gibi...

Allah bilimsel yolla da kullarının kendisine ulaşmasını murat ediyor olamaz mı, Kur’an’da yer alan  “görmüyorlar mı…”, “akletmiyor musunuz” şeklinde başlayan sayısız ayet düşünüldüğünde…

Olabilir tabii. Ancak Tanrı’yı tamamen dışarıda tutan bir bilimin bu kez Tanrı Parçacığı üzerinden yeni bir meşruiyet çabası içine düşmesi, Higgs Parçacığı heyecanının en gerçek ve kıssadan hisse çıkarmaya uygun bir yönünü oluşturuyor. 

Bilimin de manaya ihtiyacı var, evrenin sırları başka türlü çözülmeyecek

İyi de, Tanrı işte bütün somutluğuyla o kütle edinmiş enerjide aranmaktayken, başka bir sahada, birçok sahada gözardı ediliyorsa, nasıl ele verecek kendini, her şeye kadir varlığıyla… İşaret etmek istediğim, bilimselliği tartışmaya açık bir buluş olan “Tanrı parçacığı” ismindeki, Tanrı’nın muradını hesaba katmayan keşif hırsının yerleşmeye çalıştığı “ampirik ilahiyat”ın fütursuzluğu...  Murat Güzel’in dediği üzere: “Tanrı her an bir iştedir, öyle değil mi...” CERN araştırmasında öne çıkan “parçacık” kavramı, künhüne varılamayan Tanrı’yı insan gibi algılama kolaycılığına sahip bir telakkinin göstergesi. Söz konusu olan Gencebay şarkısında anlatılmak istenen mutlağın tezahürü değil, uluhiyet sahibini kendi ampirik çerçevesine indirgeme  heveskârlığı.

Bir de sonu çoğu kez hüsranla biten parçalar halinde düşünme kolaycılığı… Bir o taraftan alıyorsunuz işinize gelen parçayı, bir şu taraftan. Kendi dinini, tanrısını, buzağısını kendi zevk ve eğilimlerine göre gerçekleştirdiğinde de iman etmiş olmuyor insan, şahsi gökyüzü krallığını inşanın yolunu tutmuş oluyor.   

Kütleden yoksun bir şeyden, fotondan oluşan parça her neyse, hiç yoktan var edilmiyor nihayet, sadece ortaya çıkartılıyor; bir zamanlar elektriğin de ortaya çıkarılmış olduğuna benzer şekilde.  

Sonuçta herhangi bir şeyi hiç yoktan var etmek anlamına gelmiyor Higgs Bozonu’na ilişkin kısıtlı bulgular; enerjinin maddeye dönüşmesinin sağlanmasına dönük bütün o “ruha uzak” çaba, çok güçlü  iletken mıknatıslarla oluşturulan parkur, açılan tünel ya da parçacık hızlandırıcısının niyetine ilişkin açıklamalar, kısacası olağan üstü özenli düzenek İlk Muharrik’e dönük açık örtük  imanın altını bir kez daha çiziyor.

Çevre felaketlerinin ulaştığı noktadan bakarsak, temel parçacığın kütle oluşturabileceği özel alana kavuştuğu anlaşıldığında, dile getirildiği üzere, bu buluşun nevzuhur enerji kaynaklarından yeni “mutlu” ve “ferah” dünyalar oluşturulmasında etkili olacağından umut duymamız nasıl mümkün olabilir?

“Bilim kutsal bir inektir” demişti Anthony Standen… Daha fazla bilimin daha fazla merhamet olamaması sorununun dürüst ve “sistemden” bağımsız düşünebilen bilim adamları tarafından ciddiye alınmaması mümkün değil. Higgs Bozonu’na ya da atom altı kırıntılardan herhangi birine yüklenen tanrısallık niteliğiyle, bir açıdan kartezyen bilimin dışında tuttuğu Tanrı’yı postmodern saiklerle çerçeveye alma anlamına da gelebilecek araştırmalarda, aynı zamanda bilim adına yenilenmiş bir söylemle itibar kazanma kaygısı da yok mu...

Standart Model’i doğrulamakla  fiziğin “kutsal kâsesi”ne yani her şeyi açıklayan bir teoriye doğru yeni bir adım atılacağı heyecanına bugün fazlasıyla ihtiyacı var bilimin. Postmodern karmaşa dünyasında hiç de insanların kardeşliği ve yaradılıştan eşitliği kabulünü uygulamaya geçiren ince düşünceli bir bilimsellikten söz edilemiyor. Bilimsel olanın nimetleri yoksullara ve ezilenlere kısıtlı olarak ulaşırken, kahırları ise en ziyade nüfusu giderek yükselen (ve kısmen “nimetlerden” pay kapma hırsıyla da yanıp tutuşan) mustazaf kesimleri etkilemeye devam ediyor. Bu nedenle de Higgs Bozonu etrafında her kesimden, “işte bu gidişat nedeniyle” hoşnutsuz insan, bir mistikifasyon işlemine maruz kalıyor, CERN’deki parkurun  13.7 milyar yıl önce bir patlamayla ortaya çıkan enerjiyi ve ardından evreni oluşturduğu düşünülen ortam şartlarını tekrar ettiğine inanmamız şartmış gibi öne sürülen rakam ve terimlerle…

“Allah’ım, elimi tut demiyorum, bir ömür boyu tutmuşsun, hiç bırakma, diyorum”, diye dua ediyordu, Sınıra Yakın’daki otobüs yolcusu kahramanlarımdan bir yaşlı adam.

Böyle bir duayı sahiden de uzun bir otobüs yolculuğu sırasında kaza namazlarını eda etmeye çalışan bir yaşlı adam okurken dinlemiş olabilirsiniz. Tanrı’yla sürekli iletişim içinde olduğunu düşünen insanlar bir “Tanrı Parçacığı”nın keşfine dair yakıştırma ve temenni içeren açıklamalar nedeniyle, “Tanrı’ya dokunma” ihtimali adına niye heyecana kapılsın ki… Aklıma Mecidi’nin “Tanrı’nın Rengi” filminin âmâ kahramanı geldi bu satırları yazarken: Yaratıcı’nın elini parmaklarınızla toprağa ve çiçeğe, bir ağacın kabuğuna, akıp gitmekte olan suya dokunurken ve yuvasından düşen yavru kuşu yerine koymaya çalışırken de hissedersiniz.

Sahi, Tanrı’nın, bizim Allah’ımızın bize kendine özgü parçacığı ne şekilde, hangi yolla  sunmaya çalıştığının anlatımı da değil midir semavi metinler? Biz O’na ulaşmaya çalışırken eksik olanın başka, bambaşka bir şey olduğu düşüncesini de farklı aşamalarda yaşamaya devam ediyoruz.  İnsaf, merhamet, hakkaniyetli olma çabası, cömertlik, hemcinsine sevgi olamasa da saygı besleme, yaratılmışa karşı hoşgörü ve ihtimam...  “O” kendini göstermeyi sürdürüyor varlıkta, insanlar görmeyi ve dokunmayı başaramıyorsa ne gelir elden?