Takvimler 3 Ekim 2010'u gösterdiğinde, Brezilya halkı kendilerini dört yıllığına yönetecek yeni devlet başkanını seçmek için sandık başına gitmişti... Ama bu seçim sonuçları, geçerli oyların %50 oranına ulaşılamaması nedeniyle, 1 Ekim'de gerçekleşen ikinci turda kesinleşti. Brezilya halkı kendilerini, dört yıl yönetecek Dilma Vana Rousseff'a devlet başkanlığını uygun gördü. Nihayetinde Dilma, 1 Ocak 2011 itibarıyla başkanlık yemini ederek göreve başlamış oldu.
İlginç bir şekilde, Dilma'nın seçilmesi ve başkanlık yemini etme süreci ve sonrasında göreve başlaması, yerel ve uluslararası medya tarafından ilgiyle izlendi... Oysa ki kimin lider olacağı uzun süre önceden tahmin edilebilirdi... Brezilya, ülke olarak yıllardır demokratik rejimle yönetilmekte ve bu ülkenin demokrasi kültürünü benimsemiş bir halkı vardı, tabiî ki, askeri diktatörlük dönemlerini (1964–85 ) istisna olarak kabul edersek.
Üstüne üstelik Brezilya vatandaşları, kahir ekseriyetle başkan Luiz Inacio Lula da Silva (Lula) idaresinden memnun olduğu için, yeni başkanlık koltuğu için Lula, Türk siyaseti literatüründe yer etmiş önemli bir jargonla konuşursak, "ceketini aday gösterse" seçilebilecekken, Dilma'nın niçin bu kadar şaşkınlıkla karşılandığı bir paradoks olarak kaldı.
Peki, neydi bu son seçimi diğerlerinden farklı kılan? Şüphesiz bu seçimi diğerlerinden farklı kılan ve yerli ve yabancı basının ilgisi çeken en önemli unsur, oylama sonucunda komünist kökenli, eski "gerilla neferi" ve Lula hükümet(ler)inde enerji bakanlığı (2003-2005), daha sonrasında özel kalem müdürlüğü (Chief of Staff) görevini yürüten bir kadın adayın, Brezilya başkanlığına seçilmesi idi. Böylelikle, Brezilya demokrasi tarihinde, ilk defa bir kadın ülke yönetimini resmen yönetecek bir pozisyona gelmiş oldu. İlk etapta, bu değişim de sanki tek başına bu ilginin oluşmasını açıklamakta yetersiz kalıyor; çünkü benzer durum dünyanın birçok ülkesinde, hatta Latin Amerika'da 2007'de Arjantin lideri Cristina Kricher'in seçilmesi ve 2006 Şili'de Michell Bachelet'in seçilmesi ile daha önce gerçekleşmişti.
Galiba henüz bu ilginin nedenine dair doyurucu bir açıklama bulamadık... Biraz Brezilya kültürüne göz atarsak, belki buna dair biraz fikir edinebiliriz... Kültür antropologlarının Brezilya hakkındaki gözlemlerine başvurursak, onların ittifakla Brezilya halkının "maço" olduğu iddiası bizim için önem arzediyor. Genel bir tespit olarak, Brezilya halkının "maço" olduğu varsayımını, geçici bir süreliğine kabul edersek, Dilma için gösterilen bu ilgiyi anlamak işimizi biraz kolaylaştıracaktır.
Tüm bunların ötesinde, bence daha önemli olan bir husus var ki; o da Dilma'yı başkan olarak seçildikten sonra nasıl bir sürecin beklediğidir. Zaten bu yazıda, daha çok tartışmayı bu bağlamda ele alacağız. Bu doğrultuda, bazı kritik soruları sormak ve bu sorulara, başta Brezilya basını olmak üzere, dünya medyasından cevaplar bulmaya çalışıp, konuyu aydınlatmaya çalışmak, bu yazı ile en temelde güdülen amaç olacaktır. Acaba, Dilma'nın başkanlığı sürecinde, çoğu analistlerin dile getirdiği, hatta yer yer, menfi görüşler serdettikleri gibi, Lula etkisinin (bazılarına göre gölgesinin), Dilma üzerindeki izi ne olacaktır? Dilma, Lula'ya rağmen (açıklanan yeni yönetim kadrosunda olmadığı düşünülürse), bağımsız kararlar ve özgün politikalar oluşturabilecek mi? Gerçekten de, çoğu analistin vurguladığı gibi, aslında Dilma'nın diğer aday(lar)dan daha fazla oy alıp, Başkanlık kuşağını (presidencial cingirá) takmasına neden olan "Lula fenomeni" midir?
Dilma, Lula'nın etkisi altında ve izinde, mi olacak?
Burada bence cevaplanması gereken en temel mesele, bu konu hakkında ortaya atılan "kaçınılmaz olarak Dilma, Lula'nın etkisi altında ve izinde olacaktır" görüşüdür. Zaten bu durum, Brezilya'da yayımlanan bir gazete (O Estado de S. Paulo) seçim sonrası ilk sayfasında "Lula'nın Zaferi" olarak duyurmuştu okuyucularına... "Lula gölgesi" Dilma'nın üzerinde hayalet gibi gezineceği, birçok gözlemci tarafından iddialı bir şekilde dile getirilmekte... Hakikatten vakıayla ne kadar örtüşüyor bu tesbitler?
Bu anlayışa göre, Lula, karizması ve güçlü liderliğiyle (Dilma tarafından da sık sık dile getirilmiştir), yeni Dilma hükümetinde ağırlığını hissettirecektir. Gerçekte, Dilma örneği'de böyle bir okuma tarzına maruz kalmış olmasına rağmen, böyle bir durumun, Brezilya için geçerli olduğunu rahatlıkla söylemek zor gözüküyor. Böyle bir çıkarım ancak düz mantıkla yaklaşılırsa veya Brezilya siyasetinden bihaber olunursa makul karşılanabilir. Fakat biraz ülkenin siyasetinden ve kurumlarının işleyişinden (yerel dinamiklerden) haberdar olanlar, galiba bu kadar basit ve klişe yargılara varmaktan imtina ettikleri gibi, böylesi söylemlere pek prim vermezler.
Elbette ki, bunun böyle olmadığının birçok nedeni varsa da, bunlardan bazıları bana göre durumu daha iyi yansıtıyor. Baştan belirtmeliyim ki, elbette bunun böyle olmadığını düşünenlerdenim. Brezilya, her ne kadar demokrasinin tam anlamıyla uygulandığı bir ülke olmasa da, en azından demokratik kurumların yeterince işlediği bir ülkedir. Bahsi geçen halef- selef ilişkisindeki "gölge metaforu" daha çok demokratik kurumların zayıf olduğu ülkeler için geçerli olduğu gözlenmektedir.
Buna işaret ederken, Dilma'nın yüzleşmek zorunda kalacağı bazı zorlukları, görmezden gelmiyoruz; aksine Lula gibi karizmatik ve halkçı bir liderden sonra ülkenin idaresine gelmiş olmak Dilma için çok kolay olmayacaktır. Bu aynı zatında, her güçlü ve karizmatik, hatta halk tarafından başarılı bulunan bir liderin ardından, göreve talip olan tüm liderler için geçerli olan bir handikaptır. Barrionuevo'nun dediği gibi Lula'nın ayakkabısı Dilma'ya bol gelecektir ve Lula'nın ardından beklenti yüksek olacaktır.[1]
Bunun için Dilma'yı bekleyen zorlu bir dönemeç yakın gelecekte onu beklemektedir. Nitekim Brezilya'daki bir ulusal Estado de Minas gazetesinin yaptırdığı ankete göre Dilma yönetiminin gelecek dört yılda yüzleşeceği sorunların başında, ekonomik büyüme % 31.58 ile gelirken, yoksullukla mücadele % 27.89 ile ikinci sırada yer almaktadır. Yine anket sonuçlarına göre, ilginç bir şekilde, olası meydan okumalarda Brezilya'nın uluslararası arenada etkisinin azalması sadece % 6.32 ile belirtilmiştir.[2]
Sanırım, başkanlık koltuğuna oturan kişi olarak Dilma en az bizim kadar bu konu hakkında düşünmüştür. Çünkü amaç her ne kadar başkanlık koltuğuna oturmak olmuş olsa da, "emanetçi" bir lider olmak kolay kolay kimsenin kabul edeceği bir şey olmazsa gerek. Dilma bunun farkında ve karşılaşacağı büyük zorlukları geçmişte askeri yönetime karşı gelen o ruhun, ona her şeyden daha fazla güç cesaret verdiğini ve " işte bu cesaretle Brezilya'yı yöneteceğim" diyerek yeni bir dönemin başladığını başkan olarak yaptığı ilk konuşmasında özellikle belirtti. Geçmişten gelen bu deneyim bile bence, Lula etkisinden kolayca sıyrılabileceğini gösteriyor. Tüm bunlara ilaveten, hem açıklanan hükümet kadrosunda yer almadığı için, hem de gazeteci-yazar, Igor Fuser, ile yapılan röportajda belirtildiği gibi, Lula'nın hükümette görevi olmasa bile ülkenin politikasında hala büyük bir figür olarak kalacak ama hiçbir zaman, Lula'nın Brezilyalı "Putin" olmayacağını belirtti.[3]
Elbette, gelecek hakkında kesin yargılarda veya kehanette bulunacak değiliz; ama ilk başkanlık konuşması, seçim öncesi konuşmalar ve parti programı gibi bazı önemli sayılabilecek göstergelerin yardımıyla, Dilma'nın bundan sonra nasıl bir tavır alacağına dair bazı destekli çıkarımlarda bulunabiliriz.
Öncelikle Dilma, ilgiyle takip edilen ilk başkanlık konuşmasında (1 Ocak) geleceğe dair bazı ipuçları vermiş oldu. Yeni başkan bu konuşmasında söylediği şeyler- Brezilya ve aynı şekilde başkanlık sistemiyle yönetilen devletler için- bundan sonra nasıl bir strateji izleyeceğini açıkça belirtti. En temelde üzerine basa basa vurguladığı husus, Lula yönetiminin gerçekleştirdiği büyük dönüşümlerin (yoksulluk konusunda, küresel meselelerde aktif politika vb.) kendi yönetiminde de, eksikleri tamamlanarak ve güçlendirilerek devam ettirileceğidir.[4] Dilma, Brezilyalı yetkililere hitaben, yoksulluğun hâla ülkenin ayıbı olmaya devam ettiğini belirtip, Halefinin daha önce açlık ve yoksulluğu yok etmek için uygulamaya koyduğu birçok projeyi (Bolsa Familia ve Bolsa Escola) genişleterek sürdüreceğini belirtti. Sofralarında yemeksiz insanlar, sokaklarda evsiz-barksız insanlar varken kendisinin dinlenmeyeceğini vurgulayarak Brezilya'daki yoksulluk meselesinin vahametini belirtti. Ekonomik istikrarı sürdürmenin, önceliği olduğu garantisini vererek, Brezilya'yı, zengin ülkelerin adil olmayan rekabeti ve korumacılığına karşı korumayı amaçladığını söyledi. Ayrıca, dış politikada izleyeceği stratejileri açıklarken Anayasada açıkça belirtilen geleneksel dış politika ilkelerini (Barışa dayalı, başka devletlerin iç işlerine karışmama, insan haklarını savunan ve çok-taraflı dış politikanın güçlendirilmesi vb. gibi) takip edeceğini belirtmiştir. Yine dış politikada, kendi başkanlığındaki Brezilya'nın, başta Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi reformu olmak üzere, uluslararası organizasyonlarda reform talebini dile getirmeye devam edeceğini söyledi.
Tüm bunlara rağmen Dilma'nın yapmış olduğu konuşmalarında "süreklilik" kelimesini dikkatli bir şekilde kullandığını, bunun önceki yönetimin (Lula) politikalarını olduğu gibi devam ettireceği anlamı çıkarmanın zor olduğunu belirtmeliyiz (O Globo).[5] Kaldı ki, devlet geleneğinde "süreklilik" vurgusu, her zaman "değişim" vurgusundan, piyasalara ve uluslararası kurumlara teminat vermek için, daha fazla olmuştur... Hatırlanırsa, Lula'da göreve ilk geldiği zaman benzer bir "süreklilik" güvencesini vermişti, her ne kadar Cardoso ile devlet yönetimine dair ciddi görüş ayrılıklarına sahip olmuş olsa da.
Dilma'nın kurduğu koalisyon hükümetinin önemli kabine üyelerinin teknokratlardan oluşması (Kültür, Çevre ve Dışişleri bakanlıkları) ve diğer koalisyon parti üyelerinden oluşması bundan sonra Brezilya'nın takip edeceği yolun hangi yönde olduğunu gösteriyor. Ülkenin uluslararası alanda aktif olma isteği, devlet başkanın daha mutedil olmasına neden olacaktır. Dilma kabinesini oluştururken, sanki daha "profesyonel bir hükümet" modeli oluşturulmaya çaba gösterdiği izlenimi veriyor.
Bu bağlamda, Dilma'nın geçmişte Marksist bir kökenden gelmiş olması, kısmen Lula'da görüldüğü gibi, devleti yürütme politikasında ciddi "eksen kaymasına" neden olmayacaktır. Bazı sorunlara özellikle vurgu yapmış olmalarında, sol bir arka plana sahip olmuş olmaları önemli olmakla birlikte, zaten yeni lider hangi görüşten olursa olsun, bu sorunları ciddiye almak zorunda kalacaktır; çünkü artık bu sorunlar (yoksulluk, gelir eşitsizliği vb.) ülkenin bir gerçeği olarak farklı fikirlerdeki siyasetçiler tarafından kabul edilmiş durumda...
Son olarak, Dilma başkanlığında Brezilya, bundan sonraki süreçte Lula ile başlayan yükselme trendini, özellikle uluslararası arenada olmak üzere daha fazla ivme katarak, etkisini ve görünürlüğünü dünya siyasetinde hissettirecektir.
Kaynaklar:
[1] Alexei Barrionuevo, "Brazil's New Leader Begins in Shadow of Predecessor", The New York Times, 31 Aralık, 2010.
[2] Detaylı bilgi için bkz: http://www.em.com.br/app/enquete/2010/10/31/interna_enquete,78/qual-sera-o-maior-desafio-do-governo-de-dilma-rousseff.shtml
[3] "Brazilian Foreign Policy under Dilma: Interview with Igor Fuser" Americas Program 23/11/2010, http://www.cipamericas.org/
[4] Detaylı bilgi için bkz: Bradley Brooks , 'Lula's legacy, leaving behind a transformed Brazil' Associated Press, 27 Aralık, 2010.
[5] 'Dilma prometerá em discurso erradicar miséria e conter gastos', O Globo, 31 Aralık, 2010.