Bu ayki Cenevre II Konferansı, Amerika’nın yıllardır süren Suriye iç savaşına diplomatik bir çözüm bulma çabalarının son ürünüydü. Amerika’nın Suriye’deki savaşın bir an önce bitmesini istemesindeki temel motivasyonunu ilkesel kaygılar ve mezhepçi savaşın komşu devletleri de içine çekmesi korkusu oluşturuyor. Amerika, Suriye iç savaşında bir an önce uzlaşı arayışı konusunda haklı. Savaşın yalnızca insani bedeli dahi, Amerika’nın savaşın tarafları arasında bir uzlaşı için devreye girmesi konusunda başlı başına bir baskı unsuru teşkil ediyor. Bununla birlikte, savaşın son bulmasına dair meşru istek, Suriye’de Amerika’nın kazandığı gerçeğini değiştirmiyor. Olaya salt stratejik bir bakış açısıyla yaklaşırsak, Suriye’deki korkunç trajediden Amerika kadar çıkar sağlayan başka bir ülke bulunmamakta.

Amerika’nın Suriye iç savaşından sağladığı en önemli kazanç, bölgesel ve küresel hasımlarının bu savaşta güç kaybettiğini görmek oldu. Suriye’deki iç savaşın öncelikli ‘yardımseveri’nin Amerika olmasını bir kenara not edersek, hiçbir üçüncü taraf bu savaşın İran’dan daha fazla kaybedeni değildir. Alevilerin Şam’da güç kaybetme ihtimali İran’ın son on yıldaki tüm edinimlerini geriye götürdü. Bu, İran’ın yalnızca Suriye’deki rolünün altının oyulmasıyla değil, aynı zamanda “karışıklığın” Lübnan’a sıçramasıyla da gerçekleşti. Doğal olarak, İranlı yöneticiler Esad rejimine dikkate değer bir destek sağlayarak harekete geçtiler. Başlangıçta bu konudaki deliller hakkında bilgi vermeye yanaşmayan Iran, şüphesiz ki Esad’ı destekleyen ülke olarak algılanma tehlikesinin farkına varmıştı. Dahası, kendilerinin 2009’daki tartışmalı başkanlık seçimleri sonrasındaki tecrübelerini göz önünde bulunduran İranlı liderler, muhtemelen ayaklanmanın kısa sürede bastırılabileceğine inanıyorlardı.   

Savaş üçüncü yılına yaklaşmaktayken başka hiçbir şey olmasa dahi, savaşın o kadar kolay sonlanmayacağı ispatlanmıştı. Iran ve müttefiki Hizbullah, Suriye’de Alevi yönetimin düşüşünün önüne geçmek için “kanını ve birikimini” ortaya koyması konusunda baskı altındaydı. Suriye’de Alevi yönetimini yakın gelecekte bir tehlike beklemiyor gibi görünse de, tüm ülkenin yönetimini yeniden ele geçirmeye de yakın görünmüyorlar. Bu da İran’ın maddi kaybının muhtemelen artarak devam edeceği anlamına geliyor.  

İran’ın stratejik yaklaşımla Esad’ı desteklemesinin maddi boyutun ötesindeki kaybı, İran ve Hizbullah’ın Ortadoğu’daki yumuşak gücünü kaybetmesi oldu. İran’ın bölgedeki etkisi, büyük ölçüde klasik anlamda askeri güç kullanımı yerine, İsrail ve Amerika’ya karşı meydan okuması ve eleştirilerine dayanan yumuşak gücünden kaynaklanıyor. Bu yumuşak güç yıllarca, İranlı liderlere kendilerinden etnik ve mezhepsel olarak ayrılan Sünni Araplarla köprü kurma olanağı tanıdı.

Suriye iç savaşı ve İran’ın Esad’a sağladığı destek, İran’ın bölgedeki güvenilirliğini sarstı. İran’ın Arap dünyasındaki popülaritesi Suriye’deki çatışma öncesinde azalmaya başlamış olsa da, ülkenin popülaritesinin son birkaç yıldaki düşüş oranı dramatik oldu. James Zogby’nin işaret ettiği gibi, 2006’da İran’ın Ortadoğu’da 20 ülke arasındaki “tutulma oranı” yüzde 75 ve Suudi Arapların Tahran hakkında olumlu görüş bildirme oranı yüzde 85 iken, bu oran 2012 itibariyle sırasıyla yüzde 25’e ve yüzde 15’e düştü.  

Söz konusu durumun İran’a doğrudan ve gerçek etkileri oldu. Örneğin, İran’ın Hamas’la arasının açılması bu sürecin sonucunda gerçekleşti. Benzer bir şekilde, geçtiğimiz yılın Ocak ayında, Mısır ve İran büyük bir diplomatik baskının ardından turizm bağlarını sürdürme kararı aldılar. Mısırlı Selefilerin bu kardan birkaç gün sonra gelen yanıtı, İran’ın Kahire’deki elçiliğine saldırmak oldu. Birkaç ay sonra ise Mısır, İran’la turizm bağlarını sessizce kopardı. Bunun yanı sıra, geçtiğimiz aylarda Yemen’de İranlı diplomatlar kaçırılıp öldürüldüler. Her ne kadar İran bu ispatlanmış bilgiyi reddetse de, kaçırılan son diplomat aylarca rehin tutulduktan sonra kafası kesilerek öldürüldü.        

Ortadoğu’da büyüyen mezhepçi ayrışma İran için gerçek bir tehdit unsuru teşkil etmekte. Bu sebeple Ruhani yönetimi Arap devletleriyle olan bağlarını onarma girişimlerinde bulundu. Ve yine aynı sebeple, İran’ın dini lideri Ali Hamaney Müslüman birliği söylemini her zamankinden daha fazla vurgulamaya başladı.

Bu mezhepsel ayrışmanın bir başka ayağını da El-Kaide oluşturmakta. Batıdaki mevcut anlatıma rağmen, Suriye El-Kaide için tam bir felaket oldu. Arap Baharı’nın El-Kaide’nin temelindeki ideolojinin tamamen reddi olmasına rağmen, gittikçe ümitsiz bir hal alan örgüt Suriye’de (El-Şura) adı altında bir kol oluşturarak iç savaştan çıkar sağlamaya çalıştı. El-Kaide ismini kullanmama kararı, örgütün Arap dünyasında nasıl gözden düştüğünün başlı başına bir göstergesidir.

El-Nusra başlangıçta birçok başarı elde etse de El-Kaide’nin Suriye’ye sızma planı, örgütün Irak lideri Ebu Bekir Bağdadi’nin kendi örgütünün El-Nusra ile Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü adı altında birleşmesini emretmesiyle ortaya çıktı. El-Nusra lideri Ebu-Muhammed El-Culani birleşme talebine karşı çıkarak El-Kaide’nin tepesindeki Aymen el Zevahiri’ye gitti. Zevahiri de, doğal olarak, örgütün kendisine karşı sorumlu olduğu pozisyonu sürdürmesini istedi. Ebu Bekir Bağdadi’nin Suriye’de savaşanlara, Allah’ın kendisinden buyurmasını istediği iradesini dinlediğini söyleyerek Aymen el Zevahiri’yi alenen azarlaması önemli bir gelişmeydi. Bağdadi, bunun hemen ardından birçok El-Nusra’lının da kendilerine katılımıyla Irak El-Kaidesi savaşçılarını Suriye’ye gönderdi.      

IŞİD’in Suriye’ye girişi savaşta temel değişikliklere yol açtı. Esad’a muhalefet her zaman parçacıklı bir yapıda olmakla birlikte, IŞİD enerjisinin büyük bir bölümünü hâlihazırda muhalif grupların kontrolünde olan bölgeleri genişletmek için harcadı. Suriye’deki bir IŞİD üyesinin açıkladığı gibi: “Biz burada İslami bir devlet kurmak için bulunuyoruz; Esad’a karşı savaşmak için değil.”  

Bu yönüyle IŞİD görece bir başarı elde etse de, örgütün işgal ettiği alanlarda uyguladığı gaddar yönetim, yerli nüfusun kendilerine aynı Irak’ta olduğu gibi mesafe almasına neden oldu. Bunun yanı sıra, IŞİD’in kontrolü altında tuttuğu bölgeleri genişletmesi Suriye’deki diğer muhalif grupları kızdırdı. Aralık ayında diğer muhalif grupların IŞİD’e karşı birlikte savaşma kararı almasıyla süreç en gergin noktaya ulaştı. Bu grupların arasında el-Nusra’nın da bulunması, Suriye’nin tam anlamıyla El-Kaide iç savaşına sahne olacağının işaretiydi. Bir terörizm uzmanının New York Times’a söylediği gibi: “Bu yaşanan cihatçılığın kalbi ve ruhu adına bir mücadeledir.”      

IŞİD, muhalif gruplar arasında bir iç savaşı tetikleyerek Esad rejimine kendisinden kalan boşluk ile yardım etmiş oldu. Bu durumda, Esad başarılı odduğu takdirde Sünni Arapların birçoğunun IŞİD’i suçlaması muhtemel; ki bu da el-Kaide’nin mevcut popülaritesini dahi kaybedebileceği anlamına geliyor.  

Suriye’de ki savaş, İran ya da El-Kaide’yle aynı boyutta olmasa da, Çin’in de zayıflamasına neden oldu. Çin’in Esad’a desteğinin boyutu Rusya’nınkine kıyasla çok daha küçük seviyede, ancak ülkenin petrol ithalatının yarısından fazlasını Ortadoğu’dan yapıyor olması muhtemel kaybının büyüklüğünü arttırmakta. Bu durum, Çin’in geride bıraktığımız on yılda kayda değer yatırımlar yaptığı Irak için de geçerli. Suriye’den Irak’a sıçrayan bu mezhepçi çatışma Çin’in söz konusu tüm yatırımlarını riske atmış durumda.

Dahası, Suriye’den çok daha fazla petrole sahip Körfez monarşileri Esad rejiminin en sert dış muhalifleri konumunda. Çin’in Esad rejimine desteği Pekin’in ekonomik çıkarlarında önemli rol teşkil eden bu ülkelerle ilişkilerinin gerilmesine neden oldu. Çin’in bu durumu başka yollarla telafi etmek adına girişimleri, Pekin yönetiminin de çıkarları üzerindeki tehlikenin farkında olduğuna işaret ediyor. Çin’in söz konusu çabasının en açık örneği, geçtiğimiz yıl içerisinde Ortadoğu’da barış sürecine dahil olmak için yatırımlarını arttırma girişimidir. Ancak, Amerika ve Batı, İsrail-Filistin savaşını çözmekte ne kadar aciz ise Çin’de bu savaşı sonuçlandırma konusunda o kadar aciz. Çin’in savaşa daha fazla müdahil olması ise Çin’in Suriye iç savaşındaki görünmez başarısızlığı konusunda daha fazla suçlanmasına neden olacaktır.    

Suriye’deki savaş, Amerika’nın hasımlarının zayıflamasına neden olmasının yanı sıra Amerika’nın bölgedeki müttefiklerinin sorunlarının çözümüne de katkı sağladı. Savaş, uluslar arası medyanın dikkatini Suriye’ye yöneltmesine neden olarak, Basra Körfezi’ndeki diğer ülkelere ve Amerika’nın diğer müttefiklerine kendi iç karışıklıklarının üstesinde gelme konusunda esneklik sağladı. Körfez ülkelerinin rolünün önemi, Arap Baharı’nın başında taktik bir çatışma içine girmeleri ve Bahreyn’den önce Libya’ya uluslar arası bir müdahaleyi desteklemeleriyle anlaşılmıştı.  

Suriye iç savaşıyla birlikte bölgede artan mezhepçilik, Suudi Arabistan, Yemen ve Bahreyn gibi hükümetlerin ülkelerindeki Şii nüfusun gerçek sorunlarını “ortadan kaldırmalarına” olanak tanıdı. Dahası, Suriye’deki şiddetin seviyesi muhtemeldir ki diğer ülkelerde başlaması muhtemel gösterilerin ve halkın sokaklara dökülmesinin önüne geçti. Suriye savaşı, Arap Baharı’na başlangıçta olumlu bakan Batı haklarının da harekete karşı çok daha kararsız yaklaşmalarına neden oldu.  

Bu durum birkaç faklı şekilde Amerika’nın işine yaradı. Öncelikle ve en bariz şekilde, Suriye savaşı Amerika’nın bölgedeki müttefiklerinin, istikrarsızlaştırıcı muhtemel ayaklanmaları savuşturmasını sağladı. İkinci olarak, dikkatini Arap Baharı’na veren dünyanın Suriye’ye odaklanması Amerika’nın açık bir şekilde protestoculara desteğini ilan edebilmesini sağladı ki; Amerika’nın söz konusu bölgesel müttefikleri kuşatılmış ya da ele geçirilmiş olsaydı, Washington’ın protestolara destek verdiğini açıklaması çok daha zor olurdu.      

Son olarak, Suriye iç savaşı Amerika’nın bir başka çıkarı olan tüm dünyada kitle imha silahlarının azaltılmasına yardımcı olabilir. Özellikle Amerika’dan gelebilecek askeri bir saldırısının önüne geçmek ve muhtemelen yığınaklarının muhaliflerin eline geçmesi korkusu nedeniyle Esad, kimyasal silah stoklarını yok etme konusunda uluslar arası güçlerle işbirliği yoluna gitti. Ortadoğu’da ya da Arap dünyasındaki birçok ülkenin Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ni (KSS) imzalamadığını dikkate alırsak, bunun önemli bir adım olduğu görülecektir. Amerika ve ortakları, Suriye’de kimyasal silahların imha edilmesini İsrail ve Mısır gibi ülkeleri Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ni imzalamaları konusunda ikna etmek için kullanabilir.

Özetlemek gerekirse, yukarıda bahsedilenlerin hiçbiri Suriye iç savaşının buna değip değmediğini ya da Amerika’nın savaşı uzatma arayışına girip girmemesini tartışmak için değil. Başlı başına insani kaygılar, Amerika’yı savaşı sonlandırmak için aktif olarak rol alması konusunda zorlamakta. Dahası, bölgedeki mezhepçiliğin yükselişi Amerika’nın kontrol edemeyeceği muhtemel bir patlayıcı güç teşkil ediyor. Son olarak, savaşın ve karışıklığın Amerika için stratejik olarak büyük önem arz eden ülkelere sıçrama ihtimali, Amerika’nın Suriye iç savaşını sonlandırma konusunda önemli bir motivasyon kaynağı. Yine de, Suriye’deki olaylarda asıl “destekçi” konumundaki Amerika, şu ana kadar ülkedeki iç savaşın kazananıdır.

Zachary Keck, The Diplomat dergisinde yardımcı editörlük ve The Pacific Realist blogda yazarlık yapmaktadır.

Kaynak: http://nationalinterest.org/
Dünya Bülteni için çeviren:
Sedcan Altundal