"Bu ülke"de birarada yaşadığımız Kürtlerle kardeş olduğumuzu, "Kürt'ün zaten 'biz' olduğu" şeklinde bir kabulle öğreten bir çevrede yaşadım hep.

Muhakkak ki "biz"i oluşturan unsurların ayrı ayrı da gelişme ve hayat bulma imkânı, "biz" varlığını hakiki ve sahici kılıyor.      

Luce İrigaray'ın "Ben Sen Biz" başlıklı denemelerinde dediği gibi: "Ben ve sen arasındaki birbirine indirgenemez farklılık olmadan biz mümkün değildir." 

"Biz" varlığını oluşturan güçlü irade, kaynaşarak bütünleşmiş bir Türk-Kürt varlığının kaynaklarını hatırlatmaya devam ediyor, Abdülmelik Fırat'ın sesiyle.

Bir çınar ağacıymış gibi gelirdi bana, Fırat.. Oradaydı, bazen seslendiğini duymasak bile, kökleri sağlam, gölgesi geniş ve emin, etrafına bir huzur yayıyor olarak sürdürürdü hayatını; sürgünleri ayaklarına dolaşmadan...

Kardeşliği en güçlü bağlardan birine dönüştüren şey, biyolojik ortaklıklardan öte ve önce, özverili bir tutumla geçen yıllar içinde biriktirilmiş emekle sevgi. Durduk yere doğmuyor kardeşlik, mesela aşkın gelişiminde olduğu gibi ayrı bir kişilik talebi üzerinde de gelişmiyor kolay kolay. Kişiliğiniz ayrı düşürecek kadar uzak olmasın, ama birinin ötekini yok etmesine sebep olacak şekilde de, apayrı bir değer taşıma ve bu değeri koruma iddiasıyla, bir bastırma hakkını bulmasın kendinde!  

Abdülmelik Fırat, gelişmeye açık bir"biz" bilincine inancını  her fırsatta dile getiriyordu.

Bilgeydi. Fiziksel sürgünlüğünü bir entelektüele özgü sürgünlük bilinciyle yeşertmeyi başarmıştı. Yaşadıklarını bir olgunlukla içselleştirirken, barış ve kardeşlikten yana umudunu yitirmediğini bildirirdi her konuşmasında. Sözünün nereye varacağının hesabını yapmıyordu bile, belki de başka türlü konuşmak gelmediği için yüreğinden, düşmanlığı ve çatışmayı kışkırtan kelimelerden uzaktı dili. Ancak Güneydoğu'dan başlayarak bütün ülkeye yayına acının hakiki sebeplerini ifade etmekten de hiç geri durmuyordu. Yeteri kadar duyuluyor muydu sözleri peki? Kanımca, duyuluyordu. Onun Kürt meselesi etrafındaki tespitleri, bilinsin, bilinmesin ya da, bugün varılan noktada güvenilir bir başvuru kaynağı olmaya devam ediyor.

Fırat kökeninden dolayı bedel ödemiş biri olduğu ve kökeniyle ilgili sorunlar üzerinden bir temsiliyeti de ister istemez üstlendiği halde, kökeni üzerinden kendini ifade eden bir şahsiyet değildi. 

Her devrin sürgünüydü o... Devletle arasına koyduğu mesafede, bir siyasetçiden ziyade entelektüele yakışacak şekilde, sürgünlüğünü  yeniden ve yeniden hatırlatan hadsiz-hesapsız ithamların, kırgınlıkların, susmaya zorlanmaların ve cevapsız kalan soruların oluşturduğu bir birikimin ihtiyat kaydı var olmalı. Bu nedenle de devlet töreni eşliğinde bir cenaze töreni istemedi.

Barış günlerini göremeyeceği için kaygılandığını söylüyormuş  yakınlarına. Bunun işaretlerini görebildi en azından.

Şeyh Said'in torunu ve damadıydı. Doğu'daki isyanlar gerekçe gösterilerek topraklarındarn sürülen insanlardan biriydi. Büyük acılar yaşadı kuşkusuz, koparılışları, sürgünü, hasreti, çaresizliği bütün yüzleriyle tanıdı. Yine de, kan davası gütmekten kaçındı.    Türkiye'de ve sürekli kanatılan Orta Doğu topraklarında halkların barış ve kardeşlik içinde yaşaması doğrultusunda sürdürdü bütün eleştirilerini, yapıcı tavsiyeleriyle birlikte. Bugün "Kürt meselesi" veya "demokratik açılım" olarak isimlendirilen süreç, onun öngörülerinin sunduğu barışçıl yaklaşımlara çok şey borçlu.  

Benliklerimize hâkim olmuş her türlü kör inancı  ve bilgiyi gözden geçirip süzerken bir kez daha "biz"i öne çıkarmaktan kaçınamayacağımız bir  dönemecinde bulunuyoruz tarihin. "Biz" olarak kırılıp dökülürsek, insanlığın yaşadığı kırılıp dökülmeler de sanki sonsuzca sürüp gidecek.

Bu hakikatin idrakı, Fırat'ın varlığında tecessüm ediyordu.

Vefatının ardından okuduğum en güzel yazılardan biri olan, Özgün Duruş gazetesinin son sayısında yayınlanan "Kendi yurdunda/n bir sürgün: Abdülmelik Fırat" başlığını taşıyan yazısında Altan Algan, şöyle söz ediyor ondan: "Abdülmelik Fırat'ın en belirgin özelliği nedir diye sorulsa hemen vereceğim yanıt şudur: Geniş açılımlı/kapsamlı sözcük ikilisi olarak onurlu duruş. Hele her türden temsiliyetin aralardaki mesafeleri azaltmak adına melezleştiği, kendi asli duruşundan direksiyon kırdığı bir ortamda onurlu duruşa sahip çıkmak bir namus meselesi olarak daha da önemli hale gelmektedir. Duruşa sahip bir insanın hakkını teslim etmek ve böylece yakın geçmişin ortak hafızasında acıyla yoğrulan bir hayatı daha  yakından mercek altına almak kaçınılmaz." 

Doğduğum topraklarda birarada yaşadığımız Kürtlerle kardeş olduğumuzu, "Kürt'ün zaten 'biz' olduğu" şeklinde bir bakış açısı edindiysem, bunu Abdülmelik Fırat'ın yaydığı bilgeliğe de borçlu olduğumu düşünmüşümdür hep, bunu lâyıkıyla ifade etmemiş olsam da... Vefat haberini öğrendiğimde, varlığının eksikliğini hissetmeye başladım. Allah'ın rahmeti üzerine olsun.