Maç kazanmak acaba yeteneklerimize ait herhangi bir özelliği kanıtlar mı? Avrupa Futbol Şampiyonası'nda milli takımımızın hep yenik durumdan gelerek maçı alması, belki bizlerin de pes etmeyen, dirençli ve sebatkar karakterimize bağlanabilir. Dahası bazıları bunu Kurtuluş Savaşı'nda gösterilen dirençle bile ilişkilendirebilirler.  
 
Ne var ki bu iltifatkar bakış kendimizi kayırmanın da bir türüdür... Çünkü her şeyden önce milli futbol takımının gösterdiği performansın ulusal niteliklerden ziyade futbol terimleri içinde anlaşılması gerekir. Tabii şans faktörünü de unutmamak koşuluyla, örneğin Hırvatistan maçında Semih'in oyuna alınması, Çek maçında top hakimiyeti ve kıvraklık açısından bizden daha az maharetli olan rakip karşısında oyunun dar alana sıkıştırılarak karşı takımın hataya zorlanması, akılcı tedbirler olarak ortaya çıkıyor. Aynı şekilde Kurtuluş Savaşı'nda da yaklaşık 300 bin asker kaçağına karşın, Avrupa'nın etkili devletlerinin Anadolu'da bir 'Türk devleti' kurulmasında anlaşmaları ve bize silah yardımını esirgemezken, Yunanistan'ın destek talebine sırt çevirmeleri doğal olarak başarıda büyük pay sahibidir. İlave olarak eğer savaşta gösterilmiş olan bir kahramanlık varsa, bunun onurunun da bizzat onu yaşayanlarda olması gerekir. Diğer bir deyişle söz konusu kahramanlık bizlerin de potansiyel olarak kahraman olduğumuzu maalesef kanıtlamaz...

Üstelik bu benzetmeye biraz daha geniş açıdan baktığımızda, genel halimizin hiç de atfedilen iltifatlara layık olmadığını hemen görürüz. Futbol tarihi takımlarımızın hiçbir direnç gösteremediği, kişiliksiz ve sıradan maçlarla dolu. Benzer bir biçimde yakın tarihimiz de kahramanlıktan ziyade kabullenmeyi, fırsatçılığı, duyarsızlığı ortaya koyan sayısız davranış kalıpları içinde gizlenmeyi tercih ettiğimizi gösteriyor. Kısacası tekil örneklerin değerini bilelim ve keyfini çıkaralım... Ama bunların bizim 'öz' değerlerimizi ortaya koyduğunu sanmayalım...

Oysa özellikle siyasi kültürümüze hakim olan zihniyet birtakım tekil örneklerden hareketle üretilmiş ideolojik bir söylem üzerine oturtulmuş durumda. Örneğin Mustafa Kemal'i bir tarihsel şahsiyet olmaktan çıkarıp, gerçek anlamda duygusal bağ kurmayı zorlaştıracak ölçüde mitleştirmek, sonuçta tüm cumhuriyet tarihini bir masala dönüştürüyor. Bir Türk'ün dünyaya bedel olduğu türünden çocuklar için bile anlamsız önermeler ise, Avrupa'ya "duy sesimizi" diyen bir futbol sloganında hayat bulurken kendi aczimizi de sergilemiş oluyor. Çünkü dışarıdan bakıldığında bütün bu söylem dizisinin bir tür küçüklük kompleksi ile bağlantılı olduğu akla gelmekte. Verdiğimiz mesaj, kendimize güvenemediğimiz için geçmişteki tekil başarıları yüceltme zorunda kaldığımız şeklinde...

Bu döngüsel psikolojiden kurtulmanın yolu herhalde artık sonuca değil, doğrudan 'oyuna' bakmayı gerektiriyor. Çünkü futbolda da medeniyet yarışında da önemli olan 'oyunu' iyi oynayabilmek... Bunu becerebilenler bazen yenilseler de bunu hızla telafi edebiliyorlar, çünkü oyunun bilgisi kültürel damarlara işlemiş, toplum tarafından içselleştirilmiş oluyor. Oysa oyunu iyi oynayamayanlar ille de sonuca bakıyorlar ve bu sonuçların içinde birkaç galibiyeti öne çıkarıp, kendilerinin de oyunu 'onlar kadar' iyi bildiği sanısını yaratmak istiyorlar. Ne var ki böyle yapıldığı sürece oyun bilgisi aynı düzeyde kalıyor, galibiyetler sempati yaratıyor belki ama saygı yaratmıyor...

Aynı ikilemin demokrasi ve rejim konusunda da geçerli olduğu açık değil mi? Demokrasiyi bilir gibi yapıyor ama bilmiyoruz. Seçimler olaysız geçtikçe ve 4-5 yılda bir yapıldıkça 'Türkiye demokrasiyi benimsedi' türünden gerçekte kendimizi küçültücü tespitler yapmayı sürdürüyoruz. Görüntüye bakmak bizleri yüzeyselleştiriyor... Demokrasinin gerçekte nasıl bir şey olduğunu öğrenmeme direncimizi pekiştiriyor. Sonuçlara bakarak kendini başarılı kılmanın sadece gücü elinde tutanı kayırdığını pek anlamak istemiyoruz. Nitekim asker de bu ülkede darbe yapıp iktidarı değiştirdikçe kendisini 'başarılı' sanıyor... Oysa aslında demokrasiyi sindiremediğini, bu 'oyunu' oynayamadığı için oyunu durdurduğunu itiraf etmiş oluyor. Ve bütün bunlar dünya kamuoyunun gözleri önünde, yani koca bir stadyumda oluyor. Seyircilerin bir kısmı askerlere diğer kısmı ise sivillere zaman zaman sempati duyuyor belki, ancak kuşkunuz olmasın ki kimse bize saygı duymuyor.... Almanya maçı öncesinde hayalimiz tur atlamaktan önce şu futbol denen oyunu her zamankinden daha iyi oynamak olmalı. Dünya görsün... Biz sadece sıkışınca günü kurtaran bir toplum değiliz. Biz aynı zamanda yarını yaratmak üzere kendimizi aşmak isteyen, önümüzdeki tüm oyunları hakkıyla oynamak isteyen bir toplumuz.
 
Kaynak: Zaman