“Savaşan rejimler ayakta kalır.” Bu sözler İsrail yanlısı bir Amerikan lobi örgütünün, AIPAC’ın, düşünce kuruluşu olan Washington Institute for Near East Policy’nin (WINEP) kıdemli bir üyesine ait. 1992’de uzmanların katıldığı bir konferansta söylenen bu sözler, Ortadoğu’daki yaşlanan otokrat liderlerin, İslamcıların aralarında görünüşe göre daha demokrasi meyillisi olanların özlem ve isteklerine yer açmadıkça şiddet dalgasını ve demokrasi karşıtı İslamcıların yükselişini kolaylaştırma riskine girdiklerini söyleyen benim gibi kişileri paylamak için söylenmişti.
O günlerde “siyasi İslam” olarak andığımız bir hareket bölgede ivme kazanıyordu ve Batılı uzmanlarla devlet yetkilileri arasında bu özlem ve isteklere nasıl yer açılacağı – daha doğrusu yer açılıp açılmaması gerektiği – hususunda büyük bir anlaşmazlık vardı. Bölgedeki siyasi muhalefetin dili bugün olduğu gibi ezici bir şekilde İslami’ydi; soru, çeşitli İslami akımlar arasında yapılacak işe yarar bir ayrım olup olmadığı ve her hangi bir grubun demokratik bir modeli kalıcı olarak kabul edip etmeyeceği yahut da pek çoklarının korktuğu gibi “tek adam, tek oy, tek sefer” doktrinine mi bağlılık gösterecekleri sorusuydu.
Adâleti değil zulmü tercih
WINEP, bugün olduğu gibi o gün de İsrail’deki sağ siyasetin temsilcisiydi ve bunun hiçbir istisnası olmadı. Bu kesimin daha nüfuzlu olanlarından biri de, İsrail ve çevresindeki laik Arap rejimler arasında açık bir çıkar örtüşmesi olduğunu vakti zamanında savunan Benjamin Netanyahu idi.
Bu soruların sonuncusuyla korkutmaya başlayan İslami eğilimler, Hamas ve İslami Cihad gibi İsrail’e karşı en büyük tehdidi teşkil eden, yeni yeni yükselmeye başlayan ve İslam’dan esinlenen Filistinli örgütlerde yankılandı. Bu düşünceye göre, laik Arap rejimleri, İslamcı muhaliflere İslam ve Arap ulusçuluğu arasındaki bir aynileşmeyi sömürmelerine ve hem İsrail’i hem de Arap rejimleri kuşatmak üzere popüler İsrail karşıtı hissiyatı kullanmalarına izin vermek yerine İsrail’le barış yapmayı ve gerek Filistin’deki gerekse başka yerlerdeki İslamcıları tecrit etmeyi çıkarlarına uygun bulmalıydılar.
Dolayısıyla da benim WINEP’li arkadaşım – ismini saklamak için böylesi uygun –İsrail’in I. İntifada sırasında işgale karşı Filistin halk direnişini engellemekte başarıyla uyguladığı baskıyı Arap rejimlerin İslamcılara uygulaması gerektiğini savunuyordu: Savaşan rejimler ayakta kalırdı.
Günün meseleleri en katı şekilde Cezayir’de sahnelenmiştir; İslami Kurtuluş Cephesi önderliğindeki ılımlı İslamcı bir muhalefet hızlı demokratik çıkışlar yapıyordu, sırf Cezayir ordusu tarafından vahşice bastırılmak üzere, tam da Cezayir meclisinde ezici bir çoğunluk kazanmanın eşiğindeyken.
ABD ve Batılı güçlerin bu askeri darbeye karşı sessiz tepkileri, İslamcı dalga korkularını ve pratik düşüncelerin ideolojik mülahazalar üzerindeki önceliğini dışa vurmuştur.
Demokrasi yanlısı söylemleri her ne olursa olsun, ABD’nin bölge politikasına açıkça karşı çıkan dini muhafazakâr Arap ulusçuları ile baskı arasında tercih yapmak arasında kalınca, Batı, baskıya destek vermeye hazırdı. WINEP’li arkadaşım şüphe yok ki desteklemişti.
Kaypak bir istikrar vaadi
Pısırık ve ikiyüzlü bulduğum Amerikan politikası karşısında o vakit dehşete düşen ben, sadece ahlâki değil pratik bir kıstasa da dayanan muhalif bir görüş bildirmiştim. Demokrasiye verilen desteğin sadece bizim lehimize olan demokratlara bahşedilmesi gerektiğine inanmıyordum. Arap kitleler, demokratik araçlar üzerinden siyasete müraacat etme fırsatları alındığı takdirde, İslam’ın daha radikal ve daha şiddetli bir şekline sarılacak devrimci kuvvetlere döneceklermiş gibi görünüyordu bana.
Gerçekten de Cezayir’de hemen ve derhal böyle bir yola girildi. Ilımlı, demokratik İslamcı muhalefet, rejim tarafından ya hapsedildi ya da etkisizleştirildi ve böylece onların yerine Selefi Mücadele Grubu (GSPC) gibi daha radikal, tekfirci unsurlar ortaya çıktı. Cezayir yaklaşık 200.000 cana mâl olan hayal edilemeyecek bir şiddetin içine yuvarlandı.
Tüm bunları aklıma getiren, şu an Mısır’ın demokratik muhalefetini başındaki isim olan UAEK eski başkanı Muhammed el Baradey’in Amerikan basınında çıkan bir op-ed makalesiydi. Makalesinde Mübarek rejiminin son meclis seçimleri sırasında işlediği ihlallerin tafsilatını veriyor, Mübarek rejimini, onun Ulusal Demokrasi Partisi’ndeki ahbap çavuşlarını ve güvenlik kuvvetlerini kınıyordu; sadece ahlâki zeminde değil pratik zeminde de. Baradey, onların izlediği taktiklerin beraberinde devrim tehdidini taşıdığını dolayısıyla da Batı’nın faal muhalefetini üzerine çekmesi gerektiğini ileri sürüyordu: “Mısır halkının hakları, kaypak bir istikrar vaadi karşılığında ayaklar altında çiğnenmemeliydi.”
Baradey’e kesinlikle katılıyorum ve Amerika’nın bölgedeki demokrasiye karşı çelişik duygular beslemesinin – 2006 seçimlerinde Hamas’ın seçim zaferine karşı ABD’nin verdiği düşmanca tepkide açıkça görülmüştür – uzun vadede felâketi tetikleyecek bir tehdit değeri taşıdığına kâniyim. Fakat kabul edilmelidir ki tarihin 1992 ve bugün arasındaki seyri, benim savlarımdan daha ziyâde WINEP’in eski savları lehinedir.
Değişen güç yapıları
Şunu düşünün: 1990’larda Cezayir iç savaşı sona ermek yerine başta benim beklediğim gibi yoz ve asker hâkimiyetindeki seçkinlerin mağlup edilmesine değil de halkın nazarında itibarını yok eden İslamcı hareketin marjinalleşmesine yol açtı. Onun yüzü değişti ama eski seçkinler ayakta duruyor. Eski nesil liderlerin bu dünyadan göçmeleri, baskının ve temsil etmekten uzak güç yapılarının çözülüşünü hızlandırmak yerine - Fas, Ürdün, Suriye ve BAE’de - iktidarı nispeten yumuşak bir şekilde oğullara devretti. Kısa bir süre sonra aynısını Libya’da ve en önemlisi de Mısır’da görebiliriz, Baradey ve demokratik muhalefete rağmen hem de.
Baradey’in dünya kamuoyundan destek istemesinin ve Mısır’da halkın reform özleminin hüsranla sonuçlanıp durmasının bölgesel istikrar aleyhine olacak sonuçları hakkında ikazda bulunmasının doğru olduğuna inanıyorum. Ricalarının Batı basınında yüreklendirici bir şekilde yankı bulacağına da kuşku yok. Ancak daha fazlasını beklerse kendisini kandırır. İş ciddiye bindiğinde, ABD ve diğer batılı hükümetler, olayların seyrini etkileyebildikleri ölçüde, Baradey’in ifadesiyle kaypak bir istikrar vaadini tercih edeceklerdir.
Hüsnü Mübarek’inki gibi itici bir rejimi eleştirmek kolaydır ve ABD’deki özel ve resmi şahıslar bu işe şevkle soyunurlar. Fakat Mısır’ın Müslüman Kardeşlerine iktidardan bahse değer bir hissesi düşeceği ihtimalini bir an görsünler, şevkleri hemen kırılacaktır. Ben ve benim gibi inanan kişiler bunun büyük bir yanlış olduğu, Müslüman Kardeşler ile el Kaide bayrağını taşıyan şiddet yanlısı İslamcı gruplar arasında önemli bir ayrıma gitmeyi reddeden ABD’deki mevcut düşüncenin ters olduğu kanaatindeyiz. Problemimiz şu ki davamızı ortaya koyacak ikna edici delil bulamıyoruz. Yeni olgular olmadan, ki bunu yalnızca bölge halkı sağlayabilir, tartışmayı kaybetmeye mahkûmuz.
Yazar hakkında: CIA Terörle Mücadele Merkezi eski Direktörü
Kaynak: el Cezire
Dünya Bülteni için çevire: Ertuğrul Aydın