Gün, aslında saat hatta dakikalar geçmiyor ki, herhangi bir olgu bir fotoğraf karesi veya bir siyasetçi ya da gazeteci cümlesi üzerinden toplumda yerleşik siyasallığı pekiştirecek bir etki uyandıracak şekilde dolaşıma sürülmesin. Siyasal asabiye kişisel hikâyelerin kendine özgü açıklamalarını görmezden gelmenin sebeplerini giderek daha da güçlendiren bloklar oluşturmaya devam ediyor. Kanaat denilen şey bu denli indirgemeci olabilir mi? Dahası çok sözü edilen vicdan ve samimiyet bu denli kesin bloklar halinde oluşarak kendini var kılabilir mi? Kişisel düşünceleri ve inançları karşıt bloklar hesabına dümdüz eden ve özeleştiriyi de ihanetle bir tutan bu yaklaşımın kimseye hayrı yok.

Uzun zamandır vicdan ve samimiyet müfettişlerinin kol gezdiği sosyal ve matbu medyada şimdilerde beden dili müfettişliği revaçta. Bu kez konu edilen“çarşaflı” ve lohusa bir hanım. Önceki cümlede “çarşaflı” diye yazdım, çünkü tartışmalarda belirleyici bir etkisi var çarşafının. Doğumun hemen ardından Bakan ve kameralı muhabirlerle odasına dalınmış; kuşkusuz doğum sonrasında bir gazeteci ordusu ve kameralar, her lohusanın katlanmak isteyeceği ziyaretçiler olmaz. Orada söz konusu ziyaretçi bir Bakan, yani devleti temsil eden üst düzeyde bir makamın sahibi, dolayısıyla alışıldık bir durum değil ve herkesin bu tür ani ziyaretler için hazır cevapları olmayabilir.

Buna rağmen lohusa kadının odadaki asıl özne olduğunu herkesin hatırlaması gerekmez miydi? Ne yazık ki Bakan Mehmet Müezzinoğlu’nun “kariyer” diye sözünü ettiği anneliğin yücelten değerini biz o fotoğrafta göremedik, ama bunun sorumlusu yeni doğum yapmış Hamdiye Hanım değil. Bir lohusa her zaman etrafındakilerin ince düşüncelerine ihtiyaç duyar. “Al basması” denilen ölümcül nöbetin kaynağı da ihtiyaç duyulan o ilgiden yoksunluktur bana kalırsa.

Beri taraftan, haber konusu kişilerin değerleri konuşulurken “muhafazakâr” nitelemesinin öne çıkması durumunda bu tür ziyaretlerde daha sakınımlı olunması gerektiği geliyor akla. Gelgelelim muhafazakârlık blok aydınlar tarafından giderek daha yaygın bir şekilde Aliya’nın Özgürlüğe Kaçışım’da anlattığı bir tür “taşralılık” halini yerecek şekilde kullanılıyor. Dolaşımda bulunan fotoğrafa ilişkin sayısız yorumdan biri, çarşaflı kadının fotoğraftaki kayıplığı. Bu kayıplık olumlu ve olumsuz anlamlarda dile getirildi. Biz önümüze gelen fotoğrafın arka planında neler yaşandığını bilmiyoruz. Fakat lohusa kadının o fotoğrafta olmaması gerektiğini düşündürüyor bütün akış.

Öyleyse odadaki asıl kahraman kim, sorusu geliyor burada akla. Kahraman tabii ki doğumu gerçekleştiren Hamdiye Hanım olmalı; buna karşılık onun ziyareti gösteren fotoğrafta arka planda ve arkası dönük olarak oturması nasıl izah edilebilir? Kimisi bu görüntüye sebep olan “erkek” ve “devlet adamı” tavrını kınadı, kimisine göre ise çarşaflı kadın yatağın ucuna iliştiği haliyle kendisi bir tür yok sayılmaya izin veriyordu. Tartışmalar bir yerde çığırından çıktı, Hamdiye Hanım’ın çarşaflı olmasından ileri gelen hayat tarzı ve dünya görüşü farkına odaklandı.

Sahneyi benzeri cümlelerle eleştirenlerden birçok konuda farklı düşünüyorum. Bakan üzerinden AK Parti zihniyetini eleştirmeye çalışanlar, yatağın ucuna ilişmiş kadının sessizliğini bir AK Parti muhafazakârlığı fenomeni olarak tarif ettiler. Burada ihmal edilen ise Hamdiye Hanım’ın tercihi. 2015 yılında doğan ilk bebeğin, Meryem Azra’nın annesi, acele içinde çarşafını üstüne alarak kendini kadraj dışında kalacağını umduğu o köşeye atmış; benim okumam böyle. Bunu o seçti ve yine de görüntülenmekten kurtulamadı, kameraların böyle bir açgözlülüğü, fütursuzluğu var. Kimse doğum yapalı bir gün bile geçmemiş olan lohusa kadının içinde yer almak istemediği halde o kareye dâhil edildiğini düşünmek istemiyor. Bakan Müezzinoğlu için lohusa odasına ziyareti, kendi kadın ve aile, kadının çalışma hayatı bağlamındaki görüşlerini dillendirmek için bir vesile olmuş. Anneliğin kadın için en ideal ve doğru kariyer olduğunu dile getirirken annenin muhatap olunamaz bir bağlamda görüntülenmesi ihtimaliyle ilgilenmemiş.   “Kariyer”inden söz ettiği kadının araçsallaşmasını güçlendiren kadraj seçimi gözüne çarpmamış. Hamdiye Hanım ise söylem üretilen ortamın olabildiğince uzağına çekilmenin bir korunma sağlayacağını düşünmüş işte…

Buna gücünün yetmeyeceğini nasıl bilebilirdi ki? Sadece blok aydınlarının değil çok farklı kesimlerin kendine göre eleştirdiği siyah çarşafla en radikal biçimde sağlamaya çalıştığı kadınlık cazibesini namahrem bakışlardan uzak tutma tercihi, lohusalık şartları altında tartışmanın merkezine yerleştirdi hayat tarzını ve hayattaki duruşunu. İnsanlar adına konuşmak için yarıştılar. Kamera odaya girdikten sonra mahremiyet talebi elinde olabilir miydi? Beatrice Colomnia’nın dediği gibi: Mahremiyeti tanımlayan şimdi ekrandaki görüntünün içinde olmak ya da olmamak. Hamdiye Hanım tahmini kadraj alanının dışına atmaya çalıştı kendini, ama kameraların siyasetin gündemine ayarlı sürati ve hırsının gerisine düştü talebi.

Lohusa kadının kendi isteğiyle fotoğraf karesi dışında kalmak isteyebileceği kimsenin aklına gelmedi. Susan bir kadına herkesin ihtiyacı var aslında. Yeni muhafazakârlar daldan dala atlayan faydacı görüşlerini gönül rahatlığıyla sarf etmek için bu suskunluğu yeğleyebilirler. Çarşaflı kadın "tabi" olanın "zelil" durumuna ihtiyacı var, onu tanımlama yetkesinden şüphe etmeyen Gramsci’nin blok aydını diye tarif ettiği kişinin, aksi takdirde kendisi başka türlü nasıl üstün, akıllı, medeni ve haklı olurdu!

Neticede Hamdiye Hanım’ı lohusalık gibi fiziki ve psikolojik açıdan çok da zorlandığı tahmin edilecek şartlar altında araçsallaştırmaya elverişli bulunan kare, hem muhafazakârların hem de modernistlerin Müslüman kadın algısının en uç noktalarda sergilendiği bir savaş alanına dönüştü. Moda tabirle tartışmacılar fabrika ayarlarına geri döndüler. 1950’lerde Türk Kadınlar Birliği’nin “Çarşafla Mücadele Kampanyaları” bağlamında öne sürdüğü çarşaflı kadının beden dili üzerine yorumların benzerleri havada uçuşmaya başladı. Bu konularda her zaman söyleştiğimiz sosyalist (kadın) yazar arkadaşım çarşaf giyen kadının oradaki hiçliği üzerinden bir beden dili okuması yaparken “hiçbir kadın böyle örtünmemeli” beklentisini öne sürdü.  

Öte yandan böyle bir tartışmada kadını annelik üzerinden -ve çoğu kez soyut bir şekilde- yüceltmenin anne olmayan kadınları nasıl etkilediğini de düşünmek gerekir sanırım. Kaldı ki “annelik kariyeri"ni öne sürmek ancak kapitalist bir iş mantığıyla mümkün. Anneliği kariyer olarak öne süren yaklaşımda anne kadın ve annelik/ev kadınlığı konumlarının hangi ölçüde maddi ve manevi bir karşılık bulduğu ayrıca tartışmaya açık. Kadına saygı göstermenin yolu ona nasıl bir hayat yaşayacağını tarif etmekten geçmiyor. Tersine, kendi öznelliği içinde sürdürdüğü hayatı, ev kadınlığı ve anneliyle birlikte nasıl, ne şekilde anlamlı bulduğu sorusuna vereceğikarşılığı dikkatle dinlemek ve fikirlerini destek olacak şekilde hesaba kattığını göstermek olurdu ikna edici cevap. Şayet çocuklar gibi vesayet altında tutulması gereken biri olduğu düşünülüyorsa, anneliği ve kariyeri konusunda karar alacak bir terbiye almadığı ve eğitim görmediği mi varsayılıyor, eksiği nedir acaba? Örtülü kadının hayatının olmazsa olmazları konusunda İslâmcı (veya muhafazakâr) düşünür ve siyasetçiler kadar modernistler de öznellikleri gözetmeyi önemsemeyen bir dil kullanarak ortaklaşıyorlar aslına bakılırsa.Bu dil örtülü kadına çarşaf giydiği takdirde bile vesayet iddiası güdenin belirlediği kadrajın dışında kalma şansı tanımıyor. Pascal Bonitzer’in Kör Alan ve Dekadrajlar kitabındaki tasvirlerini çağrıştırıyor kadraj yorumları: Çerçevelemek bu anlamda bir boğa güreşi terimi yönüyle kuşatıyor mekânı. Terim bu şekliyle kılıçla son darbeyi vurmadan önce boğayı hareketsiz bırakmak anlamına geliyor. Asli kadraj Bakan ziyareti muhtevasının icapları açısından gözetildiği için Hamdiye Hanım’ın kadrajın dışında kalma çabası kameranın gözünü ilgilendirmeyen bir ayrıntıdan ibaret. Oysa manevi/dini değerler açısından bakıldığında kameranın gözünün üst ontolojik katmanlara yükselmesi de ancak bu tür ayrıntıların gözetilmesiyle olası.

Anneliği kendi özel tecrübesi içinden sıyırarak kariyer bağlamında paketlemenin popülizmi, aynı zamanda öne sürülen kutsallık niteliğiyle ne ölçüde bağdaştırılabilir? Katı olan her şey buharlaşabilir, öyle ya… Annelik kariyer olarak tanımlanırken aynı zamanda neredeyse bir belediye faaliyeti paketi, hamilelik okulu programları da birer kültürel faaliyet olarak etiketleniyor. Tutarlılık aramak bu faaliyet paketleri açısından adeta lüks. Yaygın muhafazakâr söylem an geliyor “kalkınma” konulu çeşitli projelerde küresel rekabet ortamında kadınların iş gücüne katılımının yarattığı potansiyeli en iyi kullanan ekonomilerin  öne geçebildiğini hatırlatma gereğini duyuyor. Beri taraftan helal kazanç için gösterilen her çabanın, yani helalinden kazanmanın peşinde olmanın yüceliği kadın-erkek hepimizin imtihanı. Bakan Müezzinoğlu’nun “kadın ve kariyer” görüşünün bir ideal olarak İslamcılığı temsil etmediğini de belirtmeden geçmemek gerekiyor.

Kendini çalışmaya mecbur hisseden, ister istemez çalışan, çalışarak anne ve insan olmayı da başardığını duyan kadınlara dönük en gerçekçi “ilgi”, çalışma şartlarını iyileştirmeye katkı sunacak eleştiri ve önerileri gündemde tutmak olmalı. Hayatın ve kadının, ailenin taleplerini hesaba katmak nasıl olurdu? En azından kendini bir fotoğraf karesinin dışında tutmaya çalışan o kadının sesini veya sessizliğini duyma konusunda hassas olurduk. O sese protokol saygısının ötesinde hürmet eder ve kameranın açısını yönlendirirdik.

Ne yazık ki mutabakat içeren, duygudaşlığı amaçlamayan konuşmaların suskunluğu garanti addedilen kişilere ihtiyacı var. Çıkış yolu sunmak, bir düşünceyi ileri noktalara taşımak idealleri sürekli olarak aşınıyor. Zira bunları kırıp dökmek pahasına yığınlar halinde düşünüp konuşuyoruz, tek başına bir fikrimiz yok, ne büyük rahatlık bu ve aynı zamanda düşünce adına, insan tekinin zekâsı adına ne büyük bir felaket. Kimse pek mağmum ve mahzun görünmüyor, herkes nasıl da haklılığından emin, farklı soruları olanlar nasıl da ayrıksı! Fakat düşünce, hele ki ince düşünce nerede? “Durup ince şeyleri düşünme” isteği nahif ve cılız kalıyor kesin haklılığın toptancı ifadeleri karşısında. Yorumların kayırıcı şekildeki sarfı ve aynı şekilde karşılanma biçimi bir fikirsizlik, durumu kurtarma halini teşvik ediyor.

Gerçi kitaplar var elimizin altında ve kadraj kuşatmasına rağmen okuma yolları, fikrin vasata teslim olmayacağına inandıran bir hareketlilik sergiliyor. İşte, “Düşmanlık ile tarafsızlık dışında üçüncü bir yol vardır,” demeyi sürdürüyor Ali Şeriati. “O da fikri sorumluluktur. Bu da muhtaç olduğumuz bir şeydir.”