Bu görüntü, Türkiye'nin normallerinden. Yani abartılı, zorlama bir görüntü değil. Kimse yadırgamıyor. Çünkü Osmanlı'dan bu yana gelen ilişki çerçevesinde Müslümanlarla gayrı Müslimler arasında hem dini liderler hem de sivil ilişkiler alanında genelde problem yaşanmamış.
Şu sıralar Türkiye'de bir "korku" söylemidir gidiyor. "Daha çok İslamlaşmak" karşısında müthiş bir korku söylemi seslendiriliyor. Bir yandan coşku içinde İslam'ın en derin iklimi olan Ramazan'ı yaşıyoruz, bir İslam ülkesiyiz ve İslam'la ilgili bir korkudan söz ediyoruz.
Ama dikkat ediniz, bu korku söylemini seslendirenler gayrı - müslimler değil. Yani onlar, etraflarındaki havanın daraldığından, boğulduklarından, mahalle baskısı yaşadıklarından ve bu ortamdan kaçıp kurtulmak istediklerinden falan bahsetmiyorlar. Ezanı, Ramazan'ı, orucu, iftarı, aşureyi neredeyse kendi kültürlerinin bir parçası gibi algılıyorlar
Korku çığlıkları atanlar ise aslında İslam kökenli olanlar...
"İslam daha çok çoğalır ve bizim hayat tarzımızı değiştirir mi?"
Kaygı bu.
Hatta açıkça söylüyorlar:
-Günahsa günah, bu bizim tercihimiz, buna kimse karışmamalı, diyorlar.
Burada temel soru şu:
Acaba İslam, toplum hayatında çoğalırsa, birilerinin hayat tarzı zorlanır mı? Yani "İslam'ı daha çok yaşayanlar", "Daha az yaşayanlar"a baskı yaparlar mı?
Bence bu ihtimal eskiden daha çok söz konusu olabilirdi. Mahallelerin daha homojen olduğu günlerde toplumsal denetim daha sıkı işlemekteydi. Ama şimdi toplumsal doku çok karmaşık hale geldi. Bir tek aile içinde bile kültür bölünmeleri bulunuyor. Bir tek aile içinde bile İslam'la ilişkiler farklı farklı... Namaz kılan var kılmayan var, başını örten car örtmeyen var, hatta oruç tutan var tutmayan var... kimse de kimseye boyun eğdirmek gibi bir yolu tutmuyor. Aile içinde karmaşıklaşan ilişki, sokakta nasıl baskıya dönüşsün.
Ama ben, bir başka denetimden bahsedeceğim. Bu, herkesin iç denetimidir. Yani herkesin kendi kendine yaptığı denetim.
Şimdi, hadise şu:
Yukarda "korku çığlığı atan insanlar İslam kökenliler" dedim.
Bunlar içerisinde İslam'la ilişkiyi tamamen bir yana koyanlar, ne dışardan ne içerden bir baskıya boyun eğecek değillerdir. Onlar zaten bir tür meydan okuma duygusu içindedirler.
Ama bir kesim var ki... "Ben Müslümanım" diyor.
Müslüman bilinmek istiyor.
Müslümanlığının toplum tarafından tescil edilmesini istiyor.
Müslümanlığının yok sayılmasını, azımsanmasını istemiyor. Bunu toplumsal itibarın bir parçası olarak görüyor.
Ama sanıyorum bir yerde de "Acaba bu işi eksik mi yapıyorum" gibi bir kaygı taşıyor. İslam, insanın Yaratanı ile ilişkisinin canlı olması anlamına geliyorsa, o, "Acaba benim Müslümanlığım Rabbimi hoşnut ediyor mu?" gibi bir kaygı bu...
İşte burada, İslam'ı daha çok yaşayanlarla kendisi arasında bir kıyas ortamı doğuyor.
Onun Müslümanlığı mı, benim Müslümanlığım mı? Hangisi daha makbul?
Burada İslam'ın kaynaklarına pürüzsüz bir zihinle başvursa, en sağlıklı yolu tutmuş olacak. Pürüzsüz bir zihinle dedim, bundan kastım, İslam'ın kaynaklarına kendi hayat tarzını meşrulaştırma amacıyla değil, doğruyu bulmak amacıyla başvurmaktır. Bunu yapabilirse hayat tarzını sınayacak. İslam'la buluşmayan renkler varsa, onları düzeltecek ya da "Bir gün düzeltirim inşaallah" duygusuyla bir iç durulma sağlayacak.
Bir de şöyle bir durum söz konusu.
Kendi hayat tarzınızı kutsuyorsunuz.
İslam'ın da o hayat tarzına onay vermesini istiyorsunuz.
Ama ötede İslam'ı farklı yaşayanlar var.
Onların yaşama tarzı, bir kelime söylemeseler dahi sizi sürekli sorguluyor gibi hissediyorsunuz.
Mesela bir bayan yazar,
-Acaba başörtülüler benim hakkımda ne düşünüyor, diye yazmıştı...
Bir başkası "Onlara baktığımda benim iffetsiz olduğumu düşündüklerini sanıyorum" demişti.
Oysa başörtülü birisi ne onları kınamıştı, ne de "iffetsiz" gibi ağır bir suçlamayı yöneltmişti.
Benzeri durumlar namaz kılanlarla kılmayanlar arasında da olabiliyor. Diyelim bir iftar sonrasında, akşam namazı kılmayanlar için namaz kılmaya kalkanların kendilerini küçük düşürdüğünü düşünebilirler.
Bir toplulukta oruç tutmayanlar, tutanlar arasında yargılandıklarını hissedebilirler.
Oysa hiç de böyle bir yargılama söz konusu olmamıştır.
Bu durumda ne yapmalı?
Bir indirgemede mi bulunmalı?
Yani İslam'ı, en az yaşayana göre budayıp, en az yaşayanın keyifli günler geçirmesini mi sağlamalı?
Yoksa, insanların İslam'ı tam yaşamaya doğru yürüyüşlerini hep açık tutup, geride kalanların İslam'la ilişkide daha dingin bir ruh hali kazanmalarını mı temenni etmeli?
Sanıyorum İslam'la ilişkide şu temel bilgi ihmal edilmemeli:
-İslam, ölçülerini bizzat Allah Teala'nın belirlediği bir dindir. Onun bir Peygamberi vardır. Her bir insan İslam'la ilişkisini teke-tek belirler ve hesabını verir. Kimse kimsenin yargılayıcısı, ve polisi değildir. Ama doğru olan da şudur: İnsan, İslam'la ilişkiyi,Yaratıcı ile ilişki kadar önemsemelidir. "Ben Müslümanım" demek niçin önemli ise, onun içini İslam'a göre doldurmak da onun için önemlidir.
Haydi son olarak kendimize soralım:
"Ben müslümanım" demek acaba niçin önemlidir?