Özgecan Aslan cinayeti, sergilediği vahşetle toplumsal bir depreme yol açtı. Bundan böyle kadın cinayetleri alanında hiçbir şey eskisi gibi olmamalı diye düşünmek istiyor insan. Bir dönüm noktası bu, öyle umuyorum; düşünmeyi ve çözüm aramayı daha fazla erteleyemeyiz. Biz bu korkunç cinayete toplum olarak gösterdiğimiz tepkiden yeni bir başlangıç duyarlığı üretebilecek miyiz? Bunu zaman gösterecek. Ancak N.Ç. davasının kamu vicdanını tatmin etmeyen cezalarını adil bulmasak bile sineye çektiğimiz de ortada. Düşündükçe başka sarsıcı davalar geliyor aklıma: Pozantıçocukları, Fatma Nur Çelik, Münevver Karabulut…

Hızla değişen Türkiye kadın meselelerini yüzeyde ve başka bütün meselelerden kopuk olarak görüp hafife almanın bedellerini ödüyor: Kadın cinayetleri bu bedelin en önemli kısmı şüphesiz.

Türkiye toplumu elinde olmayan, şartlarını belirleyemediği bir modernleşmeye maruz kaldı. Şehirlere göç, kitlesel eğitim ve çekirdek aile modeline dönük daralma, kadınları hazırlık olmaksızın çalışma hayatına sevk eden beklenmedik şartlar, kadın erkek ilişkilerine büyük bir gerilim yükledi. Aile ve toplumda değişen dengeler dile ve muaşerete yansımış değil. Daha önemlisi bu dengelerdeki değişimin sokaklar ve kamusal alan tarafından da layıkıyla görülmemiş olması.

Ahlakî konularda kız çocuğuyla erkek çocuğunu farklı değil de gayet eşitsiz bir şekilde sorumlu olmaya çağıran bir kadın terbiyesi bilgisi hâkim topluma. İffeti ve namusu muhafazayı kız çocuğunun ödevi kılan bir ahlak telakkisi bu. Aliya şöyle tasvir ediyor: “Taşralı zihniyet nedir? Hem fazilette hem de rezilette bayağılıktır. (…) Sefahati kınar, ama fuhuşu ve menfaat evliliğini hoş görür. “

Toplum olarak kadın ve ahlak konusunda İslâmî temel değerlerin ötesine geçen, bu temel değerleri yok sayan veya işine geldiği gibi yorumlayan güçlü kabullerin baskısı altındayız doğrusu. Din, hadleri belirler. O sınırı aşarsan haram olur. Dolayısıyla dindar, hadleri aşmamaya dikkat eden kişidir. Şiddet mahrem bir konu değildir; insan haysiyeti her şeyin üstünde.

Müslümanlar, değişen dünyada kadın meselelerinin kendi hanelerine girmeyeceğini umdular hep. Modern dünyada her şey değişirken kadının değişmeyen bir mihenk taşı halinde durduğu yerde varlığını koruması güven uyandıracaktı. Erkekler değişirken kadınlar değişmeyebilir miydi? Kitlesel eğitim sürerken, evler küçülürken, “mahremiyet kamusal alanı istila ederken” (Baumann) kadın çekirdek ailede geleneksel toplumun tanıdığı rolün sınırlarında özsaygısını korumayı başardığı bir hayat üretebilir miydi? Hızla akıyor süreç. Toplum bir taraftan kadının kamusal varlığını onaylarken, diğer tarafta gelişmemiş ilkel yön bu varlığı kendi hesabına bir tehdit olarak algılıyor. Özgecan Aslan’ın hunharca katlini her kesim kendi ideolojik karşıtının sorumluluğu olarak tarif ediyor. Kimileri hükümeti suçluyor, kimileri erkekleri. Kimileri muhafazakârlığı suçluyor, kimileri dizileri. Şiddetin Ak Parti döneminde tırmandığını aktaran istatistikler yayımlanıyor.

Bu bağlamda daha önceki dönemlere özgü istatistikler olmaması bir tarafa, asıl olarak bilimselliği göz ardı eden bir tarafgirliğinbeslediği fanatik bir yaklaşım hâkim ortama. Ölüm tarlaları AK Parti döneminin eseri değil örneğin, Metin Göktepe AK Parti hükümetleri döneminde faili meçhul kurbanı olmadı. Zorba bir erkeklik anlayışının askeri darbelerle ve kışla eğitimiyle nasıl da güçlendirildiğini anlatan verileri hesaba katmayan bir cinsel şiddet, tecavüz yorumu yapılabilir mi? AK Parti döneminde kadına yönelen şiddeti tanımlayacaksanız, boşanmanın bu dönemde kolaylaştırıldığı ve ayrıca muhafazakâr kesimin kadınlarının bu dönemde daha yaygın olarak tahsilini sürdürme ve çalışma imkanına sahip olduğu gibi hususları göz ardı edemezsiniz. Sorunu “mini etek” üzerinden okumaya kalktığınız takdirde talihsiz Fatma Nur Çelik’in başörtülü olduğunu hatırlamadan edemeyeceğiniz gibi.

***

Hayatın bildiğiniz akışı içinde kötülük hangi fırsatı arıyor ve buluyor; tecrübesiz ve iyi duygularla doluyken bunu nasıl kestirebilirsiniz? Dijital çağın gençleri bazen bir tıklama sayesinde gerçek hayatın tehditleriyle başa çıkabileceklerini sanacak kadar nahif olabiliyorlar. Kötülüğü sadece filmlere, kurgunun cilvelerine yoran bir kuşağa mensup Fatma Nur ve Özgecan. Gerçi çantasında biber gazı taşıyordu Özgecan ve saldırgana karşı kullanmayı denedi. Biber gazı –öngörülenin aksine- kurtulmasına yol açacak yerde saldırganın bıçağa sarılmasına sebep oldu. Çocuklarımızı dünyaya karşı yürekli ve cesur olmaya teşvik ederek yetiştiriyor, ancak onlara dünyanın kötülükleri konusunda yeterince teyakkuz içinde olmayı öğretemiyoruz.

Doğrusu yeryüzü şiddet haritasında biz Müslüman toplumlara verilen geniş yer çok iç karartıcı; bir Müslüman olarak üzülmemek ve endişe duymamak imkânsız. Verilerin niteliği üzerine tartışabilir, genellemeleri sorgulayabiliriz, ancak ne olursa olsun bu konuda çok ciddi bir öz eleştiriye ihtiyacımız olduğu açık. Özgecan cinayetiyle Pipa Bacca cinayetini yeniden hatırladık: 2008 yılında Gazze’ye gitmek üzere Avrupa'yı aşıp gelen Bacca Bolu'da tecavüzle öldürülmüştü. Yollarda gerçekleşen her kadın cinayeti akla Hz. Peygamber’in (sav) vaadini getiriyor: “San'a'dan Hadramevt'e selam ve esenlik hedefi”ni gerçekleştiren Müslümanlar kimler olacak?

Marguarite Duras Somut Yaşam kitabında işte şu satırları yazmıştı: “Orman içindeki kulübenin kurtlara, erkeklere karşı sağlam olması gerekirdi.” Tecavüz insanın fıtratına yabancılaşmasının en   bariz hale geldiği suçlarından biri olsa gerek. Bazı kültürlerde daha mı az yoksa adlandırmalar mı fark ediyor, bunun yeterince araştırıldığına emin değilim. Şöyle ki: Müslüman toplumlarda kanunlara rağmen suç sayılmayan, kusur bilinip kınama konusu edilen Batı’da yasal olarak suç: Misal, dini nikâh, kuma, reşit olmamış bireyin evliliği.Batı’da suç sayılmayan ise Müslüman toplumların nazarında suç: Misal, evlilik öncesi birliktelikler, eşcinsel evlilikler. Özde büyük ölçüde Müslüman ahlakının etkisi altındayken modern bir hayatın ritmine tabi olan kesimler ahlaki konularda kolaylıkla çifte standart olarak nitelendirilebilecek yargılarla hareket edebiliyorlar.

“Cinsel” nitelikli suç haritaları toplumların kadın-erkek ilişkilerine yönelik bakış açıları ve ahlaki normları hesaba katılarak hazırlanmalı kanımca. Müslüman toplumlar da her türlü yozlaşmayı Batı’dan bilmeye son vererek kendi içlerinde bir muhasebe yapmalılar. Muhafazakar diye nitelendirilen yazarlar bir tecavüz vakasının ardından hemen dizileri öne sürme kolaycılığına kaçıyor. Sanki kültürel olarak kadınlara sokaklarda yer açabilmişiz gibi… Kadının korunmasını sokağa çıkmamasına bağlamanın şimdiki zamanda bir karşılığı olabilirmiş –ve olmalıymış- gibi…

Çok doğru, bizler modernizmle birlikte Batılı hayat tarzına geçmenin sebep olduğu problemleri salt kadının muhkem duruşuyla çözmeyi umuyoruz. Keşke Asr-ı Saadet’in kadın ve aile telakkisinin özünü korumayı veya o öze dönmeyi başarabilseydik. Onu bunu bırakıp, biz Müslümanlar olarak nerede hata yapıyoruz, diye düşünmeli; doğru sorularla doğru cevapların peşinde olmalıyız.   Eskiden her türlü namus suçunu insanlarımız ya “gericiliğe” ya “batıcılığa” yorarlardı. Başka türlü bir açıklamaya ulaşamaz mıyız artık? Her ortak temel konu siyasal kutuplaşma ekseni üzerinden yozlaştırılıp yeni bir çözümsüzlüğe sevk ediliyor. Açıklamaların ideolojik kısıtlılığı, toplumsal körleşmeye sebep oluyor. Pipa Bacca, Fatma Nur Çelik ve Özgecan Aslan farklı toplumsal arka plana sahip oldukları halde benzeri cinayetlere maruz kaldılar; bunu unutmamak gerek. N.Ç. davasında somutlaştığı üzere, çok farklı yaş ve konumdan erkeği haddi aşmakta dayanışmaya götüren kadın algısının ıslahında çaresiz görünen, bu yüzden de çöp kutularından kadın bedeni parçalarının çıkarılmasına alışmaya başlayan bir dünyada yaşıyoruz. Niçin ahlak ve fazilette dünyaya örnek teşkil edemez olduğumuz üzerine düşünelim. Tecavüze uğrayan kadınlara hangi korumaları sunuyor, onlara hayatlarının normalleşmesi için ne ölçüde yardımcı oluyoruz? Tecavüzü olağanlaştıran gizliliği yüceltiyorken, tecavüz mağduru kadına mahalleyi dar etmediğimiz söylenebilir mi?

***

Bu tür tecavüz cinayetleri eskiden yok değildi, ancak şimdi başka türlü bir mahiyet kazandığı söylenebilir. Özgecan Aslan cinayeti bardağın taştığı nokta oldu. Bu vahşi cinayetle sarsılan toplum kadınların namuslu ve iffetli bir hayat sürmesini insani çabalarını sürdürmekten vazgeçme anlamına gelecek kısıtlanmalara rıza göstermekle eş tutan yargılara haklı olarak tepki gösteriyor.

Geleneksel kadın bilgisini içselleştiren anneler kızlarını sokak konusunda korkuturken çeşitli ihtimalleri sıralarlar. Kız çocuğu ve kadın olarak sokaklardan vazgeçmek istemediğinizde sokak küfürlerinden uzak durmak için kendinize koridorlar açmayı öğreniyorsunuz. İffet, namus ve benzeri konularda sorumluluğun bir taraftan da toplumsal güç kazanması pek önemsenmeyen, tersine engellenen kadınlardan beklenmesi garip değil miydi?

Kuşkusuz toplumsal alanın mikro durumları çeşitli faktörleri bir arada ele almayı gerektiriyor. Cinsel sapkınlığın zihin ve ruh yapısını hazırlayan etkenler üzerine düşünelim gelin: Sokak küfürleriyle büyüyor fail, bu küfürlerde tecessüm eden bir tür cinselliğe ayarlı bir bakış ediniyor el alemin kadınlarına. Bir tür kendini hor ve hakir görmeye sevk eden bir hayat içinde, dışarıda akıp giden hayat ona saygıdeğer bilineceği bir ad bağışlamamaya kararlı görünüyor. El birliğiyle yalnız, adsız sansız, yazgısına terk edilmiş, kendini değersiz bulmaya sevk ediyor bütün dünya. Edindiği erkeklik kültürü uzağında tutulana kendini var saydırmanın –şiddetle mümkün- tek yolunu hatırlatıyor. Böylelikle neyi ispat etmiş olacak? Kimin öcünü kimden alıyor?

Ontolojik bir isyan değil, sinsi bir kaçış bu; varlığı olmakta değil, zorba ve sahte bir temellükte arıyor. Medya kanalları ve ekranlar kendini asla yüceltilen bir iktidar konumunda bulamayacağına inanan sefil ruhlara kadın varlığını parçalı bir beden olarak öğretmekte yarışıyor üstelik. Bizatihi kadının kendi bedenine parçalı bakan kültürün muti bir takipçisi olması da sorunun çözümsüzlüğe itilmesinde etkin bir sebep. Temel eğitimden tutun üniversitelerin işleyişine, taşıtları kullanan kişilerin ehil kişiler olup olmadığına, daha önemlisi medyada kadının bulduğu yere kadar tartışılması beklenen bir dizi problemden söz edilebilir.

Sokak ve kadın arasında kurulan olumsuz bağ, üstelik buna dini mahremiyetle ilişkili bir anlam yüklenerek dile geliyor medyada. Sokağın erkek şiddetini besleyen küfürlerinin dil ve ahlak üzerindeki baskısı sürerken, tecavüz hemen her zaman “kadınların cesaretlendirmesi” faktörüyle birlikte değerlendiriliyor. Pozanti Cezaevi’nde çocuklara tecavüz ve işkenceyi haber yapan Dicle Haber Ajansı muhabiri Zeynep Kuriş “Devletin mahremiyetini teşhirden” tutuklanmış ve on ay hapis yatmıştı. Bütün bunların sapkınlaşmaya meyyal kişileri cesaretlendirmediği söylenebilir mi? Akla başka sorular da geliyor: Mesela, Özgecan kendini savunurken mütecavizi öldürseydi hapisten kurtulabilir miydi?                      

***

Şiddet sadece erkekten kadına yönelmiyor, genel bir kesin tavır ifadesi halinde güçlünün zayıfa bir “konuşamaması” hali olarak hakimiyetini koruyor. Erkeğin erkeğe yönelttiği şiddet üzerine sayfalarca yazılabilir. “Erkekegemen dil” kadını zayıf düşürürken bir bakıma erkeğin erkeğe yönelttiği şiddeti ayakta tutmak suretiyle ayakta kalıyor. (Son iki yılda toprağa verdiğimiz gençlerden medyada öne çıkan isimleri hatırlayalım: Berkin, Burak, Yasin, Fırat… ) “Şiddet, nesnesinin görünürdeki tüketilmezliği karşısında kendisini yeniler” diyor Judith Butler, “Kırılgan Hayat”ta. Erkekleri de çeşitli sebeplerle kurulu bir vahşet düzeneğine bağımlayan anlayış şiddeti yeniden üreterek buradan doğru topluma yaymayı sürdürüyor. Bunun mağduru sadece kadınlar değil erkekler de, çünkü söz konusu düzeneğin “erkeklik” tanım ve tarifleriyle insanlıklarından sapmaya zorlanıyor, sürekli bunun sınavını veriyorlar.

İçine düşülmüş ve olağan hale dönüşmüş çaresizlik kadar iktidar da bu şiddet yapısını hem besliyor hem de örtüyor. Bu beslenme ve örtme alışkanlığı yüzünden olağan hale gelen gerilimleri, iktidar çatışmalarını, cinsel ayrımcılıkları, hemen silaha ve sopaya davranmaya sevk eden asap bozukluklarını çözümlemenin ve önlemenin yollarını aramak gerekiyor. Gücü eline geçiren kadın da hakim davranış ve duyuş tarzını benimseyebiliyor pekala. Özgecan için protesto gösterisi yapan öğrenci kızlar fırsat bulunca polise şiddet uyguluyor. Kadın milletvekili polise tokat atıyor. Kayınvalide gelinini tinerle yakıyor. Bir kadın zabıta memurunun attığı tokat yüzünden seyyar satıcı delikanlı kendini ateşe veriyor. Milletvekilleri mecliste birbirine giriyor. Örneklerle yazıyı uzatmak istemiyorum. Öfkelenmenin şiddete değil yapıcı ifadelere yönelmesine izin vermeyen bir sakatlıktan söz edebiliriz. Konuşma yollarını çoğaltmanın çarelerini öğrenmeli, dili bir taraftan “küfürden” arındırırken daha işlevsel kılmanın çareleri üzerine düşünmeliyiz.

Can alan zorbalık karşısında duyulan dehşet, sorunun köklü çözümü için ciddi bir sorgulama yapma zorunluluğuna sevk etmiyor kimseyi; kolay ve işe yarar sayılan, ideolojik karşıtını suçlamak şimdilerde. Oysa bu tutumun ta kendisi şiddete açıklık üzerinde temellenmiş bir dil ve yapıyı güvenceye alıyor. Sorunlarımızın çözümünde şiddeti ilk ve neredeyse yegâne çözüm olarak belleyen anlayışı sorgulamadan cevaplar üretebilir miyiz? Bu sorgulama iktidar dilini ve yapısını, savaşları, militarizmi ve kapitalizmi de içerecek kadar kapsamlı ilerlemek zorunda. Zor görünüyor elbette, ancak bu adeta “peygamberane” sefere zorunlu olduğumuz açık: İnsan her şeye rağmen doğruyu bildirmek ve kötülükten sakındırmakla mükellef.

Nereden başlayacağız öyleyse? Elbette can ve haysiyet güvenliğinin sağlanması öncelikli; ardından da dillerimizi arındırmalıyız. Devlet ve medya kadınlara kadınlık öğretmeyi sürdürmek, yani kendi “kusursuz kadın” idealini dayatmak yerine, onlar hesabına vatandaş olarak insanca ve güvenlik içinde var olmanın şartları ve ortamlarını güvenceye alan projeler geliştirmeli. Ve elbette toplum olarak konuşma yollarını çoğaltmamız gerekiyor; aksi halde kendi ideolojik ya da çevrelerimize has gerekçelerimizle yetinmenin sebep olduğu bir sağırlık yüzünden birbirimizi kulaklarımıza erişemeyen cümlelerle suçlamayı sürdüreceğiz.