IMF'de çalışmaya başladığınızda hemen öğreneceğiniz şeylerden biri de sizi görmekten hiç kimsenin memnun olmadığıdır. Olağan olduğu üzere "müşterileriniz" yalnızca ve yalnızca özel fonlar kendilerinden uzaklaştığında size gelir, bölgesel ticari ortaklar yeterince güçlü cankurtaran halatı atmaya muktedir olmadıklarında, son çare olarak Çin ve Avrupa Birliği gibi güçlü dostlardan borç alma teşebbüslerinden sonra gelirler size. Dans listesinin başındaki ilk isim siz değilsinizdir.
Bunun nedeni elbette ki IMF'nin müşterilerine duymak istemediklerini söylemekte uzmanlaşmış olmasıdır. 2007-2008 arasında IMF'de başekonomist olarak çalışırken yabancı yetkililere acılı değişimler gerçekleştirmeleri için bastırmıştım. Doğu Avrupa hükümetlerinin 1989'dan sonra boğuşup durmaya başladıklarında onlarla çalşıyordum; ve yine 1990'ların sonları ve 2000'lerin başlarında yaşanan kriz sırasında Asya ve Latin Amerika ülkeleri özel sektörleriyle çalıştım; böylece IMF baskısının etkilerini hiç değilse dolaylı olarak o zamanlar hissetmiştim. Durumun vahim olduğu ve herkesin zora düştüğü zamanlarda Ukrayna, Tayland, Endonezya, G.Kore ve diğer ülke yetkililerin fona doğru uzun ve yorucu akışını tüm açılardan, birinci elden gördüm.
Her kriz farklıdır muhakkak ki. Ukrayna 1994'lerde hiperenflasyonla yüzleşti; 1998 yazında kısa vadeli borç çevriminde duvara tosladığında Rusya can havliyle yardım bekliyordu; Endonezya para birimi rupiah, kurumsal ekonomiyi silindir gibi ezerek dibe vurmuştu; aynı yıl yabancı bankalar yeni kredi vermeyi birdenbire reddettiklerinde Güney Kore'nin 30 yıllık ekonomik mûcizesi sona ermişti.
Ancak IMF yetkilileri nazarında tüm bu krizler üzücü bir şekilde birbirlerine benzerler. Her ülke elbette ki krediye ihtiyaç duyar fakat başka bir şey var ki o da her birinin büyük değişikliklere gitmesi gerektiğidir – ki kredi işe yarasın. Krizdeki ülkeler, fazlalığın olduğu bir dönem sonrasında kendi araçlarıyla yaşamayı neredeyse her zaman öğrenmek zorundadırlar – ihracat artırılmalıdır, ithalat azaltılmalıdır – ve maksat, ekonomik gerilemenin en kötüsüne düşmeden yapmaktır bunu. Tabii olarak fon ekonomistleri zamanlarını – bütçe, para arzı vb - konularda politika belirlemekle geçiriyorlar. Ancak ekonomik çözüm nadiren işe yarayacaktır.
Hayır, fon yetkililerinin gerçek kaygıları ve iyileşme önündeki en büyük engel neredeyse her zaman krizdeki ülkelerin câri politikalarıdır.
Olağan olduğu üzere, bu ülkelerin ekonomileri basit bir nedenden ötürü vahim durumdadır: Güçlü seçkinleri iyi zamanlarda altından kalkamayacakları kadar çok iş ve risk üstlenmişlerdir. Yükselen pazarların hükümetleri ve onların özel sektördeki müttefikleri sıkı bir doku oluştururlar ve kibarlar zümresi, oligarşi, çokluk, ülkeyi kendilerinin yönetim hissedarı oldukları kâr amaçlı bir şirket gibi idare etmektedirler. Endonezya, Güney Kore veya Rusya gibi bir ülke büyümeye başladığında sanayisinin başındaki kaptanın hırsları da artmaya başlar. Mini-evrenlerinin efendileri olarak, genel anlamda ekonomiye faydası dokunan yatırımlar yapmaya başlarlar fakat büyük ve yüksek riskli bahislere de girerler. Bir problem çıktığında politik bağlantılarının bu sorunları hükümete yıkmalarına imkan vereceğini sanarlar ki çoğu durumda doğrudur.
Örneğin özel sektör Rusya'da ciddi sorunlarla karşı karşıya çünkü geçen son beş yıl içerisinde küresel bankalardan ve yatırımcılardan asgari 490 milyar dolar borç aldılar ki ülkenin enerji sektörünün tüketimde kalıcı bir artış sağlayacağını varsaydıklarından dolayı yaptılar bunu. Rusya'nın oligarkları bu sermayeyi harcadıklarında, diğer şirketleri satın alıp iş alanları açacak hırslı yatırım planlarına giriştiklerinde siyasi seçkinler nazarındaki önemleri de artmıştı. Büyüyen siyasi destek, kazançlı sözleşmeler, vergi muafiyetleri ve devlet desteği demekti. Tabii yabancı yatırımcılar da bundan daha fazla memnun olamazlardı; diğer tüm herşey onlar için de geçerliydi ve yanısıra ulusal hükümetlerin zımni desteğini alan insanlara borç vermeyi de tercih ettiler velev ki hükümet desteği bayıltacak derecede yolsuzluk kokusu veriyor olsun.
Fakat yükselen pazar oligarkları kaçınılmaz olarak kendilerini kaptırırlar; parayı çarçur ederler, dev borç tepecikleri üzerinde işletme imparatorlukları kurarlar. Yerel bankalar bazı zamanlar hükümetten baskı görür, seçkinlere ve kendilerine bağımlı olanlara kredi uzatmaya razı olur. İster birey, şirket olsun isterse ülke olsun, aşırı borçlanma her zaman kötü sonuçlanır,. Er ya da geç, kredi şartları sıkılaştırılır ve hiç kimse size uygun şartlarla borç vermez.
Aşağı doğru inen spiral hayli eğimlidir. Dev şirketler temerrüdün eşiğinde salınır durur, onlara borç veren yerel bankalar ise çöker. Dünün "özel-kamu" ortaklıkları "ahbap çavuş kapitalizmi" olarak etiketlenir. Kredi erişilmez bir şey olur, böylece ekonominin paralanması kesindir, durumlar gittikçe kötüleşir. Hükümet, döviz rezervini ithalata, borç yönetimine ve özel teşebbüs kaynaklı kayıpları kapamak için harcar. Ancak rezervler öyle ya da böyle tükenecektir. Şayet bu tahakkuk etmeden evvel ülke kendisini düzeltemezse devlet, borçlarında temerrüde düşecek ve ekonomik parya olacaktır. Kanamayı durdurma yarışına giren Hükümet, nakit sıkınıtısı yaşayan bazı ulusal şampiyonlarını yok etmek durumundadır ve dengeden uzaklamış bankacılık sistemini yeniden yapılandırmalıdır. Başka bir ifadeyle, oligarklarından hiç değilse bazılarını sıkıp onların suyunu çıkarmalıdır.
Oligarkları sıkıştırmak, yükselen pazar yönetimlerinin başvurduğu nadir bir seçenektir. Tam tersi yaşanır: Krizin başlarında yardım alanların ilki oligarklardır, dövize onlar erişir, hoş bir vergi muafiyeti kazanabilirler veya klasik Kremlin kurtarma tekniğiyle özel teşebbüs borçlarını devlet üstlenir. Baskı altındayken, eski dostlara karşı cömertlik yenilikçi şekiller kazanır. Birilerini sıkıp suyu çıkarmak gerektiğinde ise öncelikli hedef, çalışan kesimdir, hiç değilse ayaklanmalar büyüyene kadar.
Putin Rusya'sındaki oligarklar iyileşme başlamadan evvel seçkinler arasından bazılarının kaybetmesi gerektiğini artık farkediyorlar. Sandalye kapmaca oyunudur bu: Herkese yetecek kadar döviz yoktur ve hükümet özel sektör borçlarını bütünüyle üstlenecek güce sahip değildir.
Bu yüzden IMF yetkilileri mâliye bakanlarının gözüne bakar ve hükümetin ciddi olup olmadığını kararlaştırır. IMF, Rusya gibi bir ülkeye bile kredi verecektir ama önce Putin'in hazır olup olmadığını, bazı dostlarına karşı sert olup olmayacağını anlamak isteyecektir. Eski dostlarını kurtlara yem etmeye hazır değilse IMF bekleyecektir. Hazır olduğu zaman da işe yarar tavsiyelerde bulunmaktan mutluluk duyacaktır, özellikle de bankacılık sistemini en liyâkatsiz ellerden ve tamahkar "müteşebbislerden" kurtarmakla ilgili olan tavsiyeleri vermekten mutluluk duyacaktır.
Putin'in eski dostları elbette ki karşı koyacaklardır. Müttefiklerini seferber edecekler, sistemi işletecek ve ilave devlet desteği almak için hükümetin diğer kanatlarından bastıracaklardır. Bazı hallerde ise hükümeti devirmeyi bile deneyeceklerdir – Amerikan dış politikasında etkili olan isimlerinden yardım talebi de buna dâhil, tıpkı Ukraynalıların 1990'ların sonunda yaptıkları gibi.
IMF programlarının pek çoğu, hükümet, ahbaplarına karşı metin duramadığı için gereği gibi gitmez, sonuçlar ise enflasyon artışı veya diğer başka felaketler olur. Hükümet baskın çıkar yahut güçlü oligarklar IMF destekli planın uygulanması sırasında kimin yöneteceğini - dolayısıyla kimin kazanıp kimin kaybedeceğini - kendi aralarında açıklığa kavuştururlarsa bir IMF programı yolunda gidecektir. 1997'de Tayland ve Endonezya'daki gerçek savaş, bankalarını hangi güçlü ailelerin kaybedeceğiyle ilgiliydi. Tayland'da nispeten yumuşak bir şekilde ele alındı. Endonezya'da ise Suharto'nun devrilmesine ve ekonomik kargaşaya yol açmıştı.
IMF kadrosu uzun yılların verdiği tecrübeyle programının ekonomik istikrarı sağlayacağını ve büyümeyi teşvik etmede başarılı olacağını bilir ama bu ancak mevcut problemin doğmasında büyük katkıları olan güçlü oligarklar burunlarından soluduklarında olabiliyor.
Muz Cumhuriyeti Olmak
ABD ekonomik ve mâli krizi, derinliği ve apansız gelişiyle yükselen pazarlarda (ve sadece yükselen pazarlarda) şahit olduğumuz anları sarsıcı bir şekilde hatırlatıyor: G.Kore (1997), Malezya (1998), Rusya ve Arjantin (defalarca). Herbir vakada, ülkenin veya mâli sektörün dev borçlarını ödeyemeyeceğinden korkan küresel yatırımcılar borç vermeyi aniden durdurdular. Bu korku, herbir vakada, kendini gerçekleştirdi, borçlarını çeviremeyen bankalar borç ödeyemez hale geldiler. Lehman Brothers'ı 15 Eylül'de iflasa sürükleyen tam olarak buydu, Amerikan finans sektöründeki kaynakların bir gecede kuruyup gitmesine yol açtı. Yükselen pazar krizlerindeki gibi, bankacılık sistemindeki zayıflıklar hızla ekonominin diğer sahalarına sıçradı, acılı bir iktisâdi daralmaya ve milyonlarca insanın meşakkate çekmesine neden oldu.
Ancak daha derin ve rahatsız edici bir benzerlik daha var: Seçkin iş çevrelerinin çıkarları – söz konusu olan ABD olduğunda finansçılar – kaçınılmaz çöküş başa gelip çatana dek daha büyük bahislere girerek, hükümetin zımni / örtük desteğini alarak bu krizin oluşmasında merkezi bir rol oyandılar. Daha korkutucu olanı, düşüşteki ekonomiyi düzlüğe çıkarmak maksadıyla şu an acil ihtiyaç duyulan reformların önünü kesmek için nüfuzlarını kullanıyorlar. Onlara karşı hareket etmede Amerikan yönetimi çaresiz veya gönülsüz duruyor
Zirve yatırım bankacıları ve devlet yetkilileri, mevcut krizin sorumluluğunu dotcom balonunun patlamasından sonra Amerikan faiz oranlarının aşağı çekilmesine yüklemekten hoşlanıyorlar; yahut sorumluluk, Çin'den gelen tasarruf akışında. Sağ kanatta yer alan bazıları Fannie Mae veya Freddie Mac hakkında şikayette bulunuyorlar hatta herkesin ev sahibi olmasını amaçlayan çabalardan yakınıyorlar.
Ancak söz konusu çeşitli politikaların – ehemmiyetsiz düzenlemeler, ucuz para, yazılı olmayan Çin-Amerikan ekonomik ittiafakı, ev sahibi olmanın teşvik edilmesi – müşterek bir yönü var. Bunlardan bazıları geleneksel olarak Demokratlarla ve yine bazıları Cumhuriyetçilerle ilişkilendiriliyor olsa da, tümü de finans sektörüne yarıyor. Krizin önünü kesecek ve fakat finans sektörünün kârını da sınırlandıracak politika değişiklikleri göz ardı edilmekte veya halı altına süpürülmektedir (örneğin Brooksley Born'un 1998'de Commodity Futures Trading Commission'da kredi borcu takas sözleşmelerine düzenleme getirme teşebbüsü).
Finans endüstrisi, böylesi kayıran bir muameleyi her zaman görmemişti. Ancak finans, son 25 yıldır yahut biraz daha fazla bir süredir hızla büyüdü ve çok daha güçlendi. Büyüme Reagan yıllarında başladı, Clinton ve G.W.Bush yönetimlerinin denetimi azaltan politikaları onu daha da güçlendirmeye yaradı. Finans sektörünün tırmanışını etkileyen başka bazı etkenler de var. Paul Volcker'ın 1980'lerde uyguladığı para politikası ve onun eşliğinde faiz oranlarındaki dalgalanma, bono ticaretini çok daha kazançlı kıldı. Menkul kıymetlerin, faiz oranı swapları ve kredi borcu takas sözleşmeleri gibi yeni araçların icâd edilmesi, bankacıların daha çok para kazanacakları şekilde işlem hacmini artırdı. Yaşlanan ve gittikçe zenginleşen bir nüfusunun menkul kıymetlere daha fazla para yatırması IRA ve 401(k) planının [emeklilik planının] icâdına hizmet etti. Bu gelişmeler hep birlikte finans hizmetlerindeki kazanç fırsatlarını artırdılar.
Bu fırsatları Wall Street yönetti ki şaşırtıcı değildir. Yurt içi kurumsal kazançların yüzde 16'dan fazlasını1973'ten 1985'e kadar Finans sektörü kazandı. 1986'da yüzde 19'a çıktı. 1990'lara gelindiğinde ise yüzde 21 ve 30 arasında salındı. 2000'lere gelindiğinde yüzde 41'e ulaştı. Ücretlere muazzam denilecek zamlar yapıldı. 1948'den 1982'ye kadar Finans sektöründe ortalama tazminat, diğer sanayi kolları ortalamasının yüzde 99-108'i arasında değişiyordu. 1983'ten itibaren 2007'e kadar 181'lere tırmandı.
Finans sektörünün yarattığı devasa zenginlik, bankacılara muazzam bir siyasi ağırlık kazandırdı; J.P Morgan döneminden beri görülmemiş bir ağırlık. O dönemde, 1907 bankacılık paniği ancak özel sektör bankacıları arasında eşgüdüm sağlanmasıyla durdurulabilmişti: hiçbir devlet kurumu etkili bir cevap sunamamıştı. Fakat Büyük Buhran'a cevap olarak önemli bankacılık düzenlemelerinin yapılmasıyla ilk bankacı oligarkların sonu geldi; Amerikan finans oligarklarının yeniden yükselişi, uzak geçmişe gitmeyen taze bir olaydır.
Wall Street–Washington Koridoru
Amerika elbette ki emsalsiz. Nasıl ki dünyanın en ileri ekonomisi, ordusu ve teknolojisi bizde, en ileri oligarkları da yine burada.
Güç, ilkel bir siyasi sistemde şiddet veya şiddet tehdidiyle, askeri darbelerle, özel milislerle el değiştirir. Daha az ilkel olanın da ise para yoluyla: Rüşvet, gayri resmi komisyon, offshore banka hesapları. Lobicilik ve seçim kampanyalarına yapılan bağışlar Amerikan siyasi sisteminde çok önemli bir rol oynar ama eski moda yolsuzluk – içinde yüz dolarlık faturaların olduğu zarflar - bugün muhtemelen ikincil önemini korumaktadır (mesela Jack Abramoff ).
Amerikan finans endüstrisi siyasi gücü bir tür kültürel sermaye - bir inanç sistemi - biriktirerek kazandı aslında. Bir zamanlar, General Motors için iyi olan herhalde ülke için de iyiydi. Son on yıldır bu tutum "Wall Street için iyi olan ülke için de iyidir" kavrayışına dönüştü. Seçim kampanyalarına en çok bağış yapanlar bankacılık ve menkul kıymetler endüstrisi oldu fakat nüfuzunun zirvesinde mesela sigara şirketleri, askeri müteahhitler gibi teveccüh satın almak zorunda değildi. Başka bir şeyden yararlandılar: Washington'dakiler, büyük finans şirketlerinin ve serbest işleyen sermaye piyasalarının Amerika'nın dünyadaki yeri için hayâti önemde olduğuna çoktan inanmışlardı.
Nüfuz kanallarından biri de Wall Street ve Washington arasındaki akıştı. Goldman Sachs'ın eşbaşkanı Robert Rubin, Clinton döneminde Washington'da Hazine Bakanıydı, daha sonra Citigroup'un icra kurulu başkanı oldu. Büyük patlama süresince Goldman Sachs CEO'su olan Henry Paulson, George W.Bush döneminde Hazine Bakanı oldu. Paulson'un selefi John Snow, Cerberus Capital Management'ın başkanı oldu. Dan Quayle de bu firmanın yöneticilerinden. Alan Greenspan, bono piyasalarının belki de en büyük oyuncusu Pimco'nun danışmanlığını yaptı.
Kişisel bağlantılar Wall Street ve Washington arasındaki bağları güçlendirecek şekilde son üç başkan döneminde alt düzeylerde daha da fazlalaşmıştır. Goldman Sachs çalışanlarının bu firmadan ayrıldıktan sonra kamu hizmetine girmesi neredeyse gelenek haline geldi. Goldman mezunlarının – şu an New Jersey valisi olan Jon Corzine dâhil – kamu hizmetine doğru kayması Wall Street'in dünya görüşüne sahip kişilerin Washington'da belirli makamlara gelmesiyle sonuçlanmakla kalmayıp Goldman'a kamu hizmeti yapan bir kuruluş imajını da giydirdi (hiç değilse Beltway havalisinde).
Wall Street son derece ayartıcı bir yerdir, havası güç kokar. Yöneticileri, dünyanın dönmesini sağlayan araçları kendilerinin kontrol ettiğine bihakkın inanırlar. Sadece bir toplantı için olsun onların konferans salonuna davet edilecek bir Washington yetkilisinin / bürokratın, onların hâkimiyetine girmesi bağışlanabilir bir şeydir. IMF'de çalıştığım zamanlarda, ileri gelen finansçıların ABD'nin en üst düzey yetkililerine kolayca erişebildiklerini, iki kariyer sahasının birbirleriyle iç içe girdiğini görmek beni hayrete düşürmüştü. 2008 yılı başlarında bir avuç zengin ülkenin zirve politika yapımcılarının katıldığı bir toplantı yapılmıştı. Toplantının yöneticisi, bir merkez bankası yöneticiliğine hazırlanmak için en iyi yolun, önce yatırım bankacısı olmaktan geçtiğini beyan etmiş, odadakilerin takdirine sunmuştu.
Politika yapımcısı bir nesil Wall Street tarafından büyülenmiştir, bankaların söylediklerinin doğruluğuna her zaman ve tamamen inanırlar. Alan Greenspan'ın finans piyasalarının kontrol edilmemesi fikri iyi bilinir. Ancak Greenspan yalnız değildir. Onun halefi Ben Bernanke 2006 yılında şöyle demişti: "Piyasa ve kredi risk yönetimi iyice gelişti...Her çaptaki bankacılık örgütleri, risk ölçümü ve yönetiminde son yirmi yıldır bahse değer adımlar attılar."
Tabii ki büyük ölçüde yanılsamadan ibaretti bu. Düzenlemeciler, kanun koyucular ve akademisyenler, hepsi de bu banka yöneticilerinin ne yaptıklarını bildiklerini farzetmişlerdi. Geriye bakıldığında öyle olmadığı görülüyor. AIG'nin pek anlaşılmamış, karmaşık ve düşük değer biçilmiş tahvil sigortası satan finansal ürünler bölümü 2005 yılında 2.5 milyar dolar vergi öncesi kâr açıklamıştı. "Silindirin önündeki nikelleri [beş sentlikleri] toplamak" denilebilecek bu strateji, olağan zamanlarda kârlı, kötü zamanlarda yıkıcıdır. Son düşüşten itibaren, AIG 400 milyar dolarlık olağanüstü tahvil sigortasına sahipti. ABD yönetimi, şirketi kurtarma çabasıyla AIG'nin ileri risk modelinin fiilen imkansız gördüğü kayıpları gidermek için bu zamana kadar 180 milyar dolar harcadı.
Wall Street'in ayartıcı gücü, üniversitedeki ofislerine sıkışmış ve Nobel Ödülü peşindeki finans ve ekonomi profesörlerine kadar uzanmıştır. Matematiksel Finans, Uygulamalı Finans'a temel teşkil ettikçe, profesörler de danışmanlık yapmaya veya finans kurumlarının ortakları olmaya başladılar. Her ikisi de Nobel ödüllü olan Myron Scholes ve Robert Merton galiba bunların en ünlüleri; fon patlamadan evvel, 1994'de Long-Term Capital Management hedge fonu yönetim kurulunda sandalyeleri vardı. Daha pek çoğu benzer yolda ilerledi. Bu göç, filizlenen yüksek finans dünyasına akademik meşruiyet kazandırdı.
Her gün daha fazla sayıda zengin finans dünyasından kazanç elde ettikçe, Finans kültü toplum kültürüne sızmaya başladı. Barbarian at the Gate, Wall Street, Bonfire of the Vanities gibi uyarıcı olmayı hedeflemiş çalışmalar sadece Wall Street'in esrarını artırmaya hizmet etti. Portfolio'da yazan Michael Lewis, finans sektörüne içeriden bakan bir kişi olarak 1989'da Liar's Poker'i kaleme aldığında, Wall Street'in kibrine ve aşırılıklarına karşı bir infial doğmasını ummuştu. Ancak infial yerine, Ohio Eyaletindeki öğrencilerden bildiği daha başka sırlar olup olmadığını soran mektuplar almıştı. Kitabını cep klavuzu olarak görmüşlerdi. Wall Street'in Michael Milken ve Ivan Boesky gibi suçluları bile efsânevi tipler olmuşlardı. Para yapma fikrini yücelten bir toplumda finans sektörü çıkarlarının ülke çıkarlarıyla aynı olduğu, finans sektörünün kazananları, Washington'daki bürokratlardan daha iyi bilir sonucuna varmak kolay bir iştir. Serbest finans piyasalarına olan inanç geleneksel hikmete hamledilir oldu, The Wall Street Journal'ın başyazılarınında, Kongre koridorlarında borazanlığı yapıldı.
Seçim kampanyalarına para bağışı, kişisel bağlantılar ve ideolojinin buluştuğu kavşaktan -anlaması geç de olsa - dudak uçuklatan, denetimi azaltıcı politikalar akmaya başladı son on yılda:
Sermayenin sınır ötesine serbestçe hareket etmesinde ısrar.
Yatırım ve ticari bankacılığı birbirinden ayırarak Buhran dönemi düzenlemelerinin lağvedilmesi.
Kredi borcu takas sözleşmelerine düzenlenme getirilmesinin Kongre'de engellenmesi.
Yatırım bankalarına izin verilen kaldıraç miktarında büyük artış.
Sermaye Piyasası Kurulundaki ( Securities and Exchange Commission) hafif el (görünmeyen el demeye cesaret edebilir miyim?)
Bankalara, kendi riskliliklerini ölçme izni veren uluslararası anlaşma
Finansal yeniliklerin muazzam hızıyla ayak uyduracak şekilde düzenleme yapamama zaafiyeti (kasıtlı olarak).
Washington'daki bu tedbirlere eşlik eden halet-i ruhiye, kayıtsızlık ve doğrudan kutlama arasında gidip gelmiştir: Zincirlerinden kurtulan finans, ekonomiyi tepelere taşıyacaktır diye düşünüldü.
Amerika'nın Oligarkları ve Finansal Kriz
Geçen yıl patlak veren finansal krize yol açanlar sadece oligarşi ve ona yardım eden devlet politikaları değil. Hânehalkının aşırı borçlanması, gevşek borç para verme standartları dâhil diğer pek çok etkenin de katkısı var. Ancak son on yılın hisse senedi piyasaları köpüğünden en büyük kazanç sağlayanlar, belli başlı ticari ve yatırım bankaları – ve onların yanısıra ilerleyen hedge fonları oldu. Kârları, daha önce hiç olmadığı kadar artan bir işlem hacminden beslendi ki dayanılan gerçek maddi varlıklar tabanı nispeten küçüktü. Bir kredi satıldığında, paketlendiğinde, menkul kıymete tahvil edilip yeniden satıldığında bankalar işlem ücretlerini aldılar, sonra o kağıtları satın alan hedge fonları daha fazla ücret toplamış oldular ki varlıkları daha da arttı.
Herkes zenginleştiği için, ulusal ekonominin sağlığı gayri menkul ve finansa daha bir bağlanmış oldu öyle ki Washington'daki hiçkimse neler olup bittiğini sorgulama gereği hissetmedi. Bunun yerine Fed başkanı Alan Greenspan ve Başkan Bush, ekonominin temellerinin sağlam olduğunda, karmaşık menkul kıymetler ve kredi borcu takaslarındaki devasa artışın, riskin güvenli bir şekilde dağıldığı sağlıklı bir ekonominin delili olduğunda ısrar ettiler.
2007 yazında gerilimler uç verdi. Patlama öyle borç yaratmıştı ki küçük bir ekonomik tökezleme büyük sorunlara yol açabildi, eşik altı ipotekli ev kredilerinde temerrüd sayısının artması ayak bağı olduğunu gösterdi. Finans sektörü ve yönetim o tarihten beri sürekli olarak kendilerinden beklendiği şekilde hareket ediyorlar, geçmişte yükselen pazalarda yaşanan krizler ışığı altında...
Liderler ve stratejistler gibi Finans dünyasının prensleri de çırılçıplak kaldılar – hiç değilse pek çok Amerikalının nazarında. Ancak aylar geçtikçe, ekonominin en tercih edilen çocukları olarak konumlarının sağlamda olduğunu farzetmeye devam ediyorlar her ne kadar bu enkaz onların eseriyse de2005-2006 yıllarında şirketini, ipotek kredilerinin desteklediği menkul kıymetlere yönlendiren Merrill Lynch CEO'su Stanley O'Neal, 2007 Ekim'inde hatalarını şöyle itiraf etmişti: "Bizim-benim hatalı olduğumuz yer, eşik altı ipotekli ev kredilerini aşırı şekilde yüklenmemizdir." O'Neal 2006'da ikramiye olarak 14 milyon dolarlık ev almıştı; bugün değeri biraz daha düşüktür ama 2007'de 162 milyon dolarlık kıdem tazminatıyla da Merrill'den ayrılmıştı.
Merrill Lynch'in son CEO'su John Thain, haberlere göre yönetim kurulu üyelerine 30 milyon dolarlık ikramiye için Ekim ayında lobi çalışmaları yaptı; Aralık ayına gelindiğinde 10 milyona kadar düşürmüştü talebini; Wall Street Journal'a sızdırıldıktan sonra yapılan protestolar yüzünden isteğini geri çekti. Bir bütün olarak Merrill Lynch daha iyi durumda değil: toplamda 4 milyar doları bulan bonus / ikramiye ödemelerini Aralık ayına kaydırdı ve bunun nedeni Ocak ayında Merrill'i satın alacak olan Bank of America'nın ikramiyeleri azaltması ihtimalinden korunmaktı. Wall Street geçen yıl, yıl sonu ikramiyesi olarak New York City çalışanlarına 18 milyar dolar ikramiye dağıttı, hükümet 243 milyar dolar acil yardım dağıttıktan sonra...
Finansal panik sırasında hükümet hem hızlı hem de ezici bir kuvvetle hareket etmelidir. Problemin kökeni belirsizliktir – bizim durumuzla ilgili belirsizlik, büyük bankaların borçlarını karşılayabilecek varlıkları olup olmadığıdır. Temenni, bekle-gör politikasıyla birleşik yarı tedbirler, bu belirsizliğin üstesinden gelemez. Soruna verilecek cevap ne kadar zaman alırsa, belirsizlik de kredi akışını, tüketici güvenini o derece felce uğratacak, ekonominin belini bükecek ve nihayet problemi çözmek daha da güçleşecektir. Ama yönetimin finans krizine verdiği cevabın asli vasfına baktığımızda, gecikmeyi, şeffaflığın olmayışını ve finans sektörünü altüst etmede sergilenen gönülsüzlüğü görüyoruz.
Yönetimin krize verdiği cevaba "duruma göre politika" diyebiliriz: Büyük bir finans kurumu sıkıntıya düştüğünde Hazine Bakanlığı ve Merkez Bankası hafta sonunda bir kurtarma paketi tasarlıyor ve pazartesi günü herşeyin iyi gittiğini ilan ediyor. Bear Stearns'ın Mart 2008'de JP Morgan'a satılışı pek çoklarına JP Morgana hediye gibi göründü (JP Morgan'ın CEO'su Jamie Dimon, Hazine Bakanlığıyla birlikte satış anlaşmasını yürüten New York Merkez Bankası yönetim kurulundadır). Eylül ayı geldiğinde Merrill Lynch'in Bank of America'ya satılışını, AIG kurtarma paketini ve Washington Mutual'ın devralınıp sonra hemen JP Morgana satılışını gördük ki tüm bunlar Amerikan yönetiminin aracılığıyla yapıldı. Ekim ayında Washington'da tam dokuz bankanın sermayesi kapalı kapılar ardında aynı gün yenilendi. Bunun ardından Citigroup, AIG, Bank of America, Citigroup (tekrar), ve AIG (tekrar) kurtarma operasyonları geldi.
Bu anlaşmaların bazıları câri duruma karşı mâkul tepkiler / cevaplar olabilir. Fakat ne tür bir çıkar bileşimine nasıl hizmet edildiği asla açık değildi (hâla değildir). Hazine ve FED mâlum ilkeler uyarınca hareket etmedi; bir işlem üzerinde çalıştı ve bu şartlar altında yapılabilecek olanın en iyisi bu dedi ve işin içinden çıktı. Gece geç vakitlerde gizli gizli yürütülen bir anlaşmaydı bu, herşey saf ve basit.
Amerikan yönetimi, finans kurumlarının çıkarlarını altüst etmemek yahut bizi buraya getiren sistemin ana hatlarını sorgulamamak için kriz boyunca aşırı ihtimam gösterdi. Eylül 2008'de Henry Paulson, Kongre'den, 700 milyar dolarlık zehirli varlıkları hiçbir şart koşmaksızın ve adli inceleme olmaksızın bankalardan satın almasını istedi. Pek çok gözlemci, zehirli varlıklara fazla para ödettirmek gibi bir amacın olduğundan ve problemin bankaların elinden bu sûretle çıkarılacağından şüphelendi – aslında zehirli varlıkları satın almak işe yarayacaksa ancak bu şekilde yarayabilirdi. Böylesi arsız bir yardım ödeneğinin siyaseten kabul edilebilir bulmanın bir yolu olmadığından olsa gerek, plan rafa kaldırıldı.
Bunun yerine paralar bankaları kurtarmaya harcandı, büyük ölçüde bankaların lehine olan şartlarla hisseler satın alındı. Kriz derinleşir, finans kurumları daha fazla yardıma ihtiyaç duyarken hükümet daha yaratıcı olmaya başladı, bankalara, halkın kolayca vâkıf olamayacağı kadar karmaşık şekillerde yardım ödenekleri çıkardı.
Vergi mükellefleri için nispeten iyi şartları olan ilk AIG kurtarma paketini üç kurtarma paketi daha izledi ki AIG dostuydular. İkinci Citigroup ve Bank of America kurtarma paketleri, bankalara pazar oranlarından daha aşağıda sigorta sağlayan karmaşık garantileri de içerdi. Şubat ayı sonlarında yapılan üçüncü Citigroup kurtarma operasyonu, devletin elindeki tercihli hisse senetlerini pazar fiyatının daha üzerinden adi hisse senetlerine çevirdi ki bu en iyi Wall Street Journal okuyucusunun bile ilk okumada muhtemelen gözden kaçıracağı bir devlet yardımıydı. Finansal İstikrar Planı uyarınca Hazine'nin satın alacağı, tahvili mümkün tercihli hisseler, tahvil / konversiyon seçeneğini hükümete değil de bankalara veriyor.
Sıkıntıdaki bankaların varlıklarını nispeten yüksek fiyatlarla alabilsinler diye hedge fonlarına ve diğerlerine ucuz kredi sağlaması muhtemel bu son plan, finans sektörünün etkisi altında hazırlanmıştır ki Hazine bunu sır olarak saklamıyor. Henry Paulson ve Tim Geithner dönemlerinde üst düzey bir Hazine çalışanı olan Neel Kashkari (Goldman mezunudur) Mart ayında Kongre'ye şunları söylemişti: "Özel sektördeki kişilerden bize gönderilen pek çok teklif var, diyorlar ki 'ek sermayemiz var, (sıkıntıdaki bankaların) varlıklarını satın alabiliriz.'" Ve Finansal İstikrar Planı tam da bunu yapmaktadır: "Devlet sermayesini – vergi mükellefinin sermayesini – özel sermaye ile birleştirerek finans kaynağı oluşturmak sûretiyle bu yatırımcıların o varlıkları hem yatırımcılar hem de bankalar için bir anlam ifade edecek bir bedel üzerinden satın almalarına imkan vermiş olursunuz." Kashkari, üçüncü taraflar için yani vergi mükellefleri için ne anlam ifade edeceğini söylemiyor.
Vergi mükelleflerine adil olmayı bir kenara bıraksak bile yönetimin bankalara karşı kadife eldiven yaklaşımı bir nedenden ötürü sıkıntı doğurmaktadır: İşi kendi şartlarına göre yürütmeye alışkın bir finans sektörünün davranışlarını değiştirmek, bizzat o davranışı değiştirmenin gerektiği bir zamanda yetersizdir. İsmi verilmeyen bir banka yetkilisinin geçen sonbaharda New York Times'a dediği gibi "Hank Paulson'un bize ne kadar verdiği önemli değil, ekonomi virajı alana kadar kimse tek nikel borç vermeyecek." Bundan çıkan şu: Bankalar sağlığa kavuşana ve borç vermeye gönüllü olana dek ekonomi iyileşemeyecek.
Çıkış yolu
Sadece mâli krizle ilgilenince (ekonominin genel olarak problemlerini bir kenara bırakarak) iki büyük ve birbiriyle ilişkili problemle karşı karşıya kalıyoruz. İlki, vahim bir şekilde hasta olan bankacılık sektörünün, parasal teşviklerin üreteceği herhangi bir iyileşmeyi boğmakla tehdit etmesi. İkincisi, bu sektör halk desteğini kaybederken bile kamu politikaları üzerinde ona veto gücü veren siyasi güç dengesi.
Büyük bankalar kriz başladığından bu yana siyasi kudretlerini artırdılar gibi duruyor. Ve bu hiç de şaşırtıcı değil. Böylesi kırılgan bir finansal sistemle, büyük bir bankanın zaafiyete uğramasının yol açacağı hasar – Lehman, Citigroup veya Bank of America'ya nazaran küçüktü – sıradan zamanlarda vuku bulacak olandan çok daha büyüktür. Bankalar bu korkuyu sömürüyor ve bu arada Washington'da lehlerinde anlaşmalara imza atıyorlar. Bank of America, Merrill Lynch'i satın alma işlemine devam edemeyebileceği uyarısını yaptıktan sonra - Hazine böyle bir ihtimali düşünmek istemiyordu - ikinci kurtarma paketi geldi (Ocak ayında).
ABD'nin yüzyüze kaldığı sorunlar IMF yetkililerinin âşina olduğu şeyler. Ülkenin ismini saklayın, onlara sayıları gösterin, IMF'dekiler hiç kuşku yok ki şöyle diyecekler: Sıkıntıdaki bankaları kamulaştırın ve gerekli olduğu takdirde parçalayın.
Amerikan yönetimi bankacılık sisteminin denetimini çeşitli şekillerde eline aldı, evet. En büyük bankaların borçlarına garanti verdi ve inandırıcı tek sermaye kaynakları da bu. Bu arada, Merkez Bankası, ekonomiye kredi sağlamada ana rolü oynadı; özel bankacılık sektörünün icra ettiği bir işlev olarak farz edilir halbuki ama işte öyle değil. FED'in kendi başına yapabileceklerinin sınırları var; tüketiciler, işletmeler, bilançoları olmayan, ekonominin ihtiyaç duyduğu kredileri vermede isteksizlik sergileyen bankalara bağımlı halen ve bankaları kimin yönettiği veya ne yaptıkları hususunda Amerikan hükümetinin gerçek bir kontrolü yok.
Bankaların problemlerinin kökeninde, kredi porföyleri ve menkul değerlerinde büyük kayıplar yatıyor. Ancak kayıplarının gerçek boyutunu tanımaktan imtina ediyorlar zira batak olduklarını ifşa edecek. Bu yüzden probleme tepeden bakıyorlar ve onları sağlığa kavuşturmaya yetmeyecek sadakalara talip oluyorlar; halbuki onların bir süre daha ayakta kalmalarını sağlayacaktır, hepsi bu (İhtiyaç duydukları sadaka miktarını da bir türlü açıklamıyorlar). Bu davranış, aşındırıcıdır: Sağlıksız bankalar ya borç vermez (paraları istif ederler) veya büyük geri dönüşleri olacak yüksek riskli kredi ve yatırım kumarına yönelirler; ne ki muhtemelen böyle bir geri dönüş olmayacaktır. Her hâlükarda ekonomi daha da acı çekecek, banka varlıkları kötüleşmeyi sürdürecek, hayli yıkıcı bir kısır döngü oluşacaktır.
Bu döngüyü kırmak için bankaları, problemin büyüklüğünü tanımaya zorlamalıdır. IMF'ye göre bunun en doğrudan yolu, kamulaştırmadır (ABD hükümeti, birçok yükselen pazara geçmişte bu tavsiyeyi vermiş, ısrar etmişti). Hazine bunun yerine banka banka dolaşıp kurtarma paketleri görüşüyor sanki bankalar tüm kartları ellerinde bulunduruyorlarmış gibi. Kamu hissesini asgaride tutmak için her bir anlaşmanın şartlarını eğip büküyor, bankanın strateji ve operasyonları üzerinde devlet etkisinin olmadığına yeminler ediyorlar. Bu şartlar altında banka bilançoların temizlenmesi imkansızdır.
Kamulaştırma, kalıcı olarak devlet mülkiyetine geçmek anlamına gelmez. IMF'nin tavsiyesi şöyle olacaktır: Standart Federal Mevduat Güvencesini artır. FMG esasında devletin banka iflaslarını yönettiği sürecin adıdır. Hükümete banka hissedarlarını ortadan kaldırma, başarısız yönetimi değiştirme, bilançoları temizleme ve sonra da bankaları özel sektöre geri satma imkanı verir. Bu yaklaşımın ana üstünlüğü, daha da kötüleşmeden problemi hemen tanımasıdır.
Hükümet, bilançoları incelemeli ve ciddi bir ekonomik gerilemede ayakta kalamayacak olanları teşhis etmelidir. Bu bankalar bir seçenekle karşı karşıya kalacaklar: Gerçek değeri üzerinden varlıkları kayda geçirmek ve özel sermayeyi 30 gün içerisinde artırmak yahut da devlet tarafından el konulmak. Kayyuma devredilen bankaların zehirli varlıkları kayda geçirilecek ve bu varlıklar ayrı bir devlet birimine nakledilecektir. Bu birim, vergi mükellefleri için mümkün olan değeri kurtarmaya bakacak (1980'lerin tasarruf ve kredi çöküşünden sonra Resolution Trust Corporation'ın yaptığı gibi). Temzilenmiş ve kredi verebilir hale gelmiş, dolayısıyla diğer borç verenler ve yatırımcılar nezdinde güvenilir olmuş bankalar satılabilecektir.
Mega-bankaları temizlemek daha karmaşık olacak. Vergi mükellefleri için de pahalıya gelecek: son IMF sayılarına göre bankacılık sistemini temizlemenin mâliyeti uzun vadede yaklaşık 1.5 trilyon dolar (veya Gayri Safi Yurtiçi Hasılamızın yüzde 10'nu). Finans sektörünü bir bütün olarak ancak kararlı bir hükümet icraatı kurtarabilir.
Güçlü bir ilaç gibi görünebilir bu. Ancak gerçekte, gerekli olduğunda, yetersizdir. ABD'nin karşı karşıya kaldığı ikinci problem – oligarşinin gücü – broç verme krizi kadar önemlidir. IMF'nin tavsiyesi yine basit olacaktır: Oligarşiyi dağıt.
Fazla büyük kurumlar kamu politikasını orantısız bir şekilde etkilerler; sahip olduğumuz önde gelen bankalar güçlerini, çok büyük olmaktan, batmayacak büyük olmaktan alırlar. Kamulaştırma ve ardından yeniden özelleştirme bu durumu değiştirmeyecek; bizi bu krize sürükleyen banka yöneticilerinin değiştirilmesi hakkaniyete uygun ve makûldur ama nihayette bir dizi güçlü yöneticileri bir diğer grup yöneticiyle değiştirmek sadece oligarşinin adını değiştirmek olacaktır.
İdeal olan, büyük bankaların orta ölçekli parçalara bölünüp satılmasıdır; bölgesel veya iş cinsine göre bölünebilirler. Bunun uygun olmadığı yerde – zira hepimiz bankaların hemen satılmasını isteyeceğiz – bir bütün olarak satılabilriler fakat kısa bir süre içerisinde bölünmeleri şartıyla. Özel sektör elinde kalan bankalar da aynı sınırlandırmalara tâbi tutulmalıdır.
Ham ve keyfi bir adımmış gibi görünebilir ancak ekonominin temeli olan bir sektördeki mustakil kurumların gücünü sınırlandırmanın en iyi yoludur. Elbette bazı kişiler parçalı bir bankacılık sisteminin "mâliyet etkinliğinden" şikayet edecekler ki bu mâliyetler gerçektir. Fakat bir banka batmayacak kadar büyük olduğunda da mâliyet patlaması yaşanmaktadır. Batmayacak kadar büyük olan herhangi bir şey, var olmak için de çok büyüktür.
Bankaların sistematik olarak bölünmesini güvenceye almak ve tehlikeli yaratıkların yeniden ortaya çıkmalarını engellemek için rekabet kanunlarımızı elden geçirmeliyiz. Sanayide tekelleşmeye karşı bundan 100 yıldan daha fazla bir zaman önce yürürlüğe koyulan kanunlar bugün yüzleştiğimiz problemler için tasarlanmadı. Finans sektöründeki problemler, belirli bir firmanın fiyatları etkileyecek pazar payına sahip olması meselesi değildir; eldeki, bir firmanın veya birbirlerine bağlı firmaların batmak sûretiyle ekonomiyi devirmesi meselesidir. Obama yönetiminin parasal teşviği Franklin Roosevelt'i hatırlatıyor ama bizim takid etmemiz gereken Teddy Roosevelt'in tekelleri ortadan kaldırma politikasıdır.
Makam tazminatına sınır getirilmesi popülizm kokar gibiyse de siyasi güç dengesini onaracak ve yeni bir oligarşinin yükselişine karşı caydırıcı olacaktır. Wall Street'in orada çalışan insanlara ve yansıttığı görkemden zevk alarak mutlu olan devlet görevlilere ceâzip gelmesi, kazanılacak paranın insanı hayrete düşürecek derecede büyük olmasındandır. Bu paranın sınırlandırılması finans sektörünün albenisini azaltacak ve onu diğer sanayi kollarından birine dönüştürecektir.
Şu var ki büsbütün sınırlamak da uzun vadede sakarlığa dönüşecektir. Paranın çoğu düzenlemeye tâbi tutulmayan hedge fonlarında ve özel menkul kıymet şirketlerinde kazanılmaktadır. Bu yüzden ödemenin azaltılması karmaşık olacaktır. Düzenleme ve vergilendirme çözümün bir parçası olacak. Zamanla en büyük hisse, şeffaflık ve rekabete düşecek, finans sanayi ücretlerini aşağıya çekecektir. Bu yaklaşımın finansal faaliyetleri diğer ülkelere sevkedeceğini söyleyecek kişilere şimdi güvenle söyleyebiliriz ki: Güzel.
İki Yol
20.yy başlarında yaşamış bir ekonomist olan Joseph Schumpeter'den alıntıyla, herkesin seçkinleri vardır; önemli olan, zaman zaman onları değiştirmektir. Şayet ABD başka bir ülke olmuş olsaydı, elinde şapkası IMF'ye gelseydi, ABD'nin geleceği hakkında hayli iyimser olabilirdim. Yükselen pazarlardaki krizlerin çoğu nispeten çabuk bitti ve yerini çoğunlukla güçlü iyileşmelere bıraktı. Ancak gelin görün ki bu bizi ABD ve yükselen pazarlar arasında yapılacak bir karşılaştırmaya götürür.
Yükselen pazarların zenginliği naziktir ve küresel çapta cılız kalırlar. Sıkıntıya düştükleri zaman paraları hani neredeyse tükenir – ya da hiçdeğilse döviz rezervleri – ki bu olmadan yaşayamazlar. Zor kararlar almaları gerekir; ancak ABD dünyanın en zengin ülkesidir, hesapsız bir zenginliği var ve dış borçlarını, kendi bastığı parayla ödemek gibi bir imtiyazla nimetlendirilmiştir. Sonuç itibariyle yapması gerekeni yapma cesaretini toplamayarak yıllarca günaha girebilir – Japonya'nın kayıp yıllarında yaptığı gibi – ve asla iyileşme kaydedemez. Geçmişten açık bir kopuş – büyük bankalara el konulması ve temizlenmesi de dâhil – emin bir yol olarak görünüyor. Ve IMF'den hiçkimse bunun için bastıramaz şüphesiz.
Benim görüşüme göre ABD'nin önünde görünüşte mâkul iki senaryo var. İlki, her bir bankayla karmaşık anlaşmalar yapmak, kurtarma paketleri hazırlamaktır tıpkı geçen Şubat'ta AIG ve Citigroup'un durumunda gördüğümüz gibi. Yönetim işi yüzüne gözüne bulaştıracak ve kafa karışıklığı hâkim olacaktır.
Rusya'nın son Finans Bakanı Boris Fyodorov geçen 20 yılın büyük bir kısmını oligarklara, yolsuzluğa ve yetkinin her türlü suistimaline karşı mücadele içinde geçirdi. Kafa karışıklığı ve kargaşının, güçlünün çıkarlarına hizmet ettiğini söyler – dokunulmazlık zırhı üzerlerinde, kanuni ve kanun dışı yollarla maddeye onlar sahip olurlar. Enflasyon yüksekken bir malın gerçek değerini söyleyebilecek olan kimdir? Kredi sistemi bizanstan kalma düzenlemelerle ve kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalarla desteklendiğinde kazıklanmadığınızı nasıl bilebilirsiniz?
Sürüp giden hengâmenin yağmacı finans sistemi tarafından beslendiği bir geleceğimiz olabilir; ve oligarkların nasıl haydutlara dönüştüğü, ekonominin dişlilerinin işlememesi hakkında uzun uzun konuştuğumuz bir gelecek olabilir bizimki.
İkinci senaryo biraz daha kasvetli başlar ve yine o yol üzerinde son bulabilir. Ancak hiç değilse biraz ümit verebilir, miskinliğimizi üzerimizden atabilir. Şöyle: Küresel ekonomi kötüleşmeye devam eder, doğu ve merkez Avrupa'daki bankacılık sistemi çöker ve – madem doğu Avrupa bankalarına batı Avrupa bankaları sahiptir – iflas korkusu ki haklıdır, kıta boyunca yayılır. Borç verenler daha fazla vurgun yerler ve güven daha bir azalır. İhracata dayalı Asya ekonomileri enkaza döner, Latin Amerika'daki ve Afrika'daki üreticiler daha iyi durumda değillerdir. Küresel çevrenin acıklı hali, sendeleyen ve dizleri üstüne çökmüş ABD ekonomisini güçlendirir. Yönetimin mevcut bütçesinde kullandığı temel büyüme oranları gitgide gerçek dışı görünür ve ABD Hazinesi'nin şu an bankaların bilançolarını değerlendirmek için kullandığı pembe "gerilim senaryosu" mahcubiyet kaynağı oluverir.
Böylesi bir baskı altında, ulusal ve küresel çöküş ihtimali karşısında zihinler daha bir yoğunlaşır.
Seçkinler arasında mevcut durgunluğun "Büyük Buhran kadar kötü" olamayacağı kanaati hâkim. Bu görüş yanlıştır. Şu an yüzyüze kaldığımız, Büyük Buhran'dan beterdir zira dünya birbirine daha çok bağımlı ve bankacılık sistemi bugün çok daha büyük. Neredeyse tüm ülkeler eşzamanlı olarak ekonomik darboğaza giriyorlar, bireyler ve firmalar arasında eşzamanlı olarak güven aşınması söz konusu ve devlet finansında belli başlı problemler var. Şayet liderliğimiz potansiyel akıbete karşı uyanık olursa, bankacılık sistemi üzerinde çarpıcı değişimleri, eski seçkinlerin dağıtıldığını görebiliriz. Eyleme geçildiğinde, vaktin çok geç olmamasını ümid edelim.
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı