Mekanınız cennet, ruhunuz şâd olsun hocam. Hayırla yâd ederiz ve şimdiden özleriz sizi. Şahitlik ederiz ki siz avazınızı bu gök kubbeye “Davut gibi” saldınız ve seksen beş yıllık bereketli hayatınızda bütün tel örgülere, engellere rağmen bu ülkede, bu âlemde nice hoş sedalar bıraktınız. Bu eski kubbe çökmedikçe illa ki o sedalar burada ve seslendiğiniz dünyanın başka ülkelerinde, başka coğrafyalarında yankılanacaktır. Yankılanıyor da nitekim. Yarım asırdır en az seçim bölgeniz Konya kadar önemsediğiniz, zorba yönetimlere karşı bütün muhalefet liderlerini defalarca çağırdığınız, akıl verdiğiniz, nasihat ettiğiniz ve en çetin ihtilafların arasına hakem ve arabulucu olduğunuz İslam ülkelerinin başkentlerinde, meydanlarında bugünlerde tarihi bir rüzgâr esiyor.

1970’li yıllardı. Şiddete bürünen siyaset ortaokulları bile sarmıştı. Gecekondudan, varoştan, leyli meccaniden ürkek bakışlarla kenarından kıyısından şehre hayata sokulmaya çalışıyorduk. Nasıl bir organizasyon olduğunu, sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyorduk şehrin. Şehir büyüktü, kalabalıktı ve güvenliksizdi.  O kadar. Devlet vardı tabii, ama polis ve karakol olarak vardı. Biz bir an önce büyümek isteyen gençlerse okulda, yurtta, kantinde her yerde boğaz boğaza, gırtlak gırtlağaydık. Nedenlerini bilmiyor, aksi bir hayatın mümkün olabileceğini aklımızdan geçiremiyorduk. Eşkıya bütün yolları tutmuştu. Hiçbir yer emniyetli değildi ve her bölge kurtarılmıştı. Her gün bir yerde ‘karakollar taranır”, her gün birkaç yerde yağmurda karda birkaç “militan ölürdü”.

Kenarda, varoşta bekliyorduk

O karanlıkta küçük öykülerimize akacak bir mecra bulmak için çırpınırken ve sağdan sola, soldan sağa savrularak örselenirken biz ‘çıkış yolu var’ dediğinizi, bir üçüncü yol önerdiğinizi duyduk ama sesiniz çok az geliyordu hocam, çok az. Seçimden seçime radyoda beş ya da on dakika sizi dinlemek yol bulmamıza, güzergâh çizmemize yetmiyordu. Neyse ki “önce ahlak ve maneviyat” cümlenizi anne babalarımızla birlikte net olarak anlamıştık. Sesinize, çağrınıza dikkat kesildik ama bu sesi çoğaltmak bizim için çok zordu. Zira hem kuzeyde batıdan rüzgâr çok sert esiyordu hem de henüz temyiz kabiliyetimiz yoktu. Uzun zamanda, tek tek, adam adam, kadın kadın, ikna ola ola, damla damla, usul usul birikecekti. Öyleydi hocam, o hengâmede izinizi sürmek kolay iş değildi. Soldan bakınca kavgadan kaçmaktı, sağdan bakınca ‘yeşil komünistliğe’ razı olmaktı sizi izlemek. Cepheden, yani devlet penceresinden bakınca ise ‘mürteci’ sarığını bürünmekti. Sizse uzun yıllar batıcılar karşısında ne meşruiyet krizine düştünüz ne de ısrarla çeliğe su vermekten, çağrıdan geri durdunuz. Müslüman’ca konuşmaktan hiçbir zaman yüksünmediniz ve hüviyetimizden hiçbir zaman utanmadınız. 

Bize bir dil, bir tasavvur miras bıraktınız hocam. Bir ülke, bir millet ve bir dünya tasavvuru. Allah ebeden razı olsun sizden. Siz o şemsiyeyi açmasaydınız, şiddetten kaçacak yer bulamazdık. Sizin himayenizdeki o sığınma evleri, o saçaklar olmasaydı çoğumuz şehre hayata dahil olamazdık. Millet tasavvurunuz ısrarlı çağrınızla maya tutmasaydı o soğuk savaş yıllarında bizim de ruhumuz dikiş tutmazdı ve şimdiye paramparça bile olabilirdik. İyi hatırlıyoruz, çoğumuz kör ideolojilerin kenarındaydık ve sürüye sayılmamamıza az kalmıştı. ‘Selamet der kenarest’ dercesine bizi kavgadan, kasaturadan, silahtan kenara çektiniz. İslam milleti aidiyetimizin altını çizmeseydiniz yeryüzüne bakışımız farklı olurdu ve ya ulusalcı bir hapishanede ya da kavmiyetçi, kabileci bir çadırda çürürdük. Bizi kenara çektiniz ya hocam biz zaten varoşta kenarda bekliyorduk. Sizse her zaman adalet, hak ve hakkaniyeti işaret ettiniz. Ve siz her zaman korkularımızın üstüne gittiniz.

Parti başkanından fazlası...

Besmele ile başlardı her sözünüz ve dua ile biterdi daima. Hastanedeki son mesajınızda da dua istemişsiniz. Dualarımız sizinle hocam. Sizi hiçbir zaman sadece bir parti başkanı olarak düşünmedi sevenleriniz. Liderliğiniz, iddianız ve davanızın bir parti tüzüğüne sığmadığını ve sığmayacağını bilirdi cümle âlem. ‘Umut’, özellikle umut bitmez tükenmezdi sizde. Seksen beşinizde, ölüm döşeğinizde, nefesiniz yetmediğinde bile sizde bir damlası bile azalmamış, eksilmemişti umudun. Güler yüz, tebessüm ve merhametle bakıyordunuz ya dünyaya, sizi herkes biliyor, görüyordu. Çattığınızda bile kaşlarınızı sizden kimseye zarar gelmeyeceğini biliyordu muarızlarınız dahil. Şartlar ne uzun kıyam ve secdelerinizi kısalttı ne de ümitvar coşkunuzu azalttı hocam. Siz hep ufka baktınız ve hep ufku işaret ettiniz.

Ödünç alınmamış bir lisan

Herkeste bir öz, bir cevher olduğuna inanıyor, kimseyi ötelemiyor, karamsarlığa en zor şartlarda bile zerre kadar prim vermiyordunuz. Evet, en zor şartlarda bile. Mamak’ta yargılanırken de, siyasi yasaklıyken de, hükümet mührü zorbalıkla elinizden alınırken de ümitsizliğe, karamsarlığa, kaygıya, endişeye zerre kadar prim vermiyordunuz. Mücadeleye sıfırdan, sil baştan başlamak zorunda kalırken de milyonlar peşinizdeyken de duruşunuzu değiştirmediniz. Pratik siyaset sanki esas oyununuz için yalnızca bir dekordu. Cenazenize ‘devlet töreni’ istemeyişiniz de davanızı bütün siyasi mücadelelerin, töre ve törenlerin üstünde tuttuğunuzun tescili oldu ki bu sizi sevenlerin çok hoşuna gitti hocam. Keza, cenaze namazınızın kılınacağı Fatih Camii ile dünyadaki son menzil olarak size seçilen Merkez Efendi’nin sembolize ettiği mâna da Erbakan Hoca’nın yarım asır sadece siyaset yaptığı iddiasını boşa çıkarıyor.  

Siyasal mücadeleye, katılıma, sandığa, oy kullanmaya büyük önem veriyor ama bu mücadelenin meyvesinin sayısal üstünlükle elde edilmeyeceğini söylüyordunuz. Mühendistiniz ve tasavvufa bağlıydınız. Yani sayılar/nicelik sizin için hem önemli hem değildi. Sizce önemli olan ödevini yapmaktı ve vurgunuz hep onaydı. Hava alanından İstanbul’da konferans vereceğiniz yere sizi biraz yavaş götürdüğünde şoförünüze ‘bu hızla gidersen İslami hareketin menziline ulaşmasını elli dakika geciktireceksin” diye uyarırdınız. Yani arabanızın hızı bile davanıza ayarlıydı.  Son nefesinize kadar adanmıştınız. ‘Hoca’ydınız. ‘Hoca’ sıfatı son bir kaç yüzyılda hiç kimse için bu kadar şümullü bir kullanıma sahip olmadı. Muazzam bir özgüveniniz vardı. Davayı yeryüzünde omuzlayacak bir kişi varsa mesele sizce tamamdı. Üç kişi varsa karşınızda bir orduya hitap eder gibi seslenir ve muhataplarınızın her birine biricik olduğunu hissettirirdiniz.

Bir lisanınız vardı sizin hocam: ödünç alınmamış bir lügatiniz, bir grameriniz. Rakipleriniz çağdaşlıklarını, modernliklerini vurguladıkça siz ısrarla Malazgirt kapısından içeri doğru ve bin yılın içinden konuşuyordunuz. En az bin yılda yoğrulmuştu cümleniz, diliniz. Hükümet kurduğunuz ve Başbakan olduğunuz günün gecesi üzerinizdeki bütün meraklı bakışlara rağmen hükümet programından söz eder gibi İbn-i Arabi’nin Futuhat-ı Mekkiye’sinden söz ederdiniz. Yani takviminiz farklıydı ve miladınız de bin dokuz yüz yirmi değildi. Reddi mirası reddediyor, selefiniz Sultan Abdulhamit imiş gibi konuşuyordunuz. Sultan Abdulhamit’ten, Sultan Fatih’ten ya da Sultan Alpaslan’dan söz ederken kesintisiz bir tarih içinden kuruyordunuz cümlenizi. Arızi durumlar, mesela andıçlar, darbeler bile ne cümle kurgunuzu ne mantık örgünüzü değiştiriyordu. Bir mihrak noktanız vardı hocam, ayağınızı sabitlediğiniz bir yer. Oradan bakardınız dünyaya ve herkesi mümkünse oraya çağırırdınız. Gelenleri bağrınıza basardınız; gelmeyenler, hareketinize katılmayanlar size sorulduğundaysa “eli kulağında, çağırırsanız onlar da gelecekler” derdiniz.

‘Millet’ olduğumuzu öğrendik

Çok bariyer aştınız, çok düştünüz, çok kalktınız. “Düşmez kalkmaz bir Allah”. Diz kapaklarınız belki çok kanadı ama hiçbir zaman meşruiyet krizine düşmediniz. En yakınınızdan biri meşruiyet krizine ya da endişeye kapılsa, mesela “faizi toptan kaldıramayız hocam” dese “senin bir ayağın neden başka galakside?” diye sorardınız. Gerek duymanız halinde ironiyi bir yatağan kılıcı gibi, mizahı ısırgan gibi kullanırdınız.

Bu ülkenin gençlerine düş kurmayı siz öğrettiniz. Büyük düşünmeyi de büyük ölçüde siz. Millet kavramının asli manasını bu millet, milletimiz sizden öğrendi hocam. Keza rüya görmeyi, iz sürmeyi de. Büyük düşünmeyi, bize öğretilenlerle yetinmemeyi de siz öğrettiniz. Dil, Tarih ve Coğrafya hapishanelerimize anlatılmayanları sizden duyduk. Bir büyük tarihimiz ve bir büyük coğrafyamız olduğunu da. Bir lügatçeniz vardı hocam. Mümkün oldukça ecnebiceyi almadığınız. ‘Ev sahibi’ olduğumuzu, kiracı, mülteci, sığınmacı, olmadığımızı sizden öğrendik. Mekanınız cennet olsun hocam...

[email protected]

Kaynak: Star